İnsan
ve mülkiyet hakkı arasında güçlü bir ilişki olmalı. Belli ki özümüze mal
tutkusu yerleştirilmiş. İyi ki de yerleştirilmiş. Bu tutkuyla koşuşturacağız
derken belli bir yaşa geldiğimizde bir hayli malımız olabiliyor. Sonra da bu
malı ne yapacağız kaygısı başlıyor.
Bir
tarafta ona göz dikenler, diğer tarafta da bizim kendi yapmak istediklerimiz oluyor.
Hesabını
bizim vereceğimiz mallar, bu mallar. Hem nasıl kazandığımızın hem de nasıl
harcadığımızın sorusu sorulacak deniyor. Öyle olunca da helal-meşru yollardan
kazanmak için çaba göstermek lazımdır. Hem de gene meşru yollara harcamak
gerekmektedir.
Kişinin
mal varlığı arttıkça ailesine genişlik yaşatması iyi bir şey deniyor. Yoksul
iken yaptığımız harcamaların aynısını varsıl iken de sürdürmeye çalışmak,
nimete şükür gibi görülmüyor. “Allah, nimetlerinin eserini kulunun üzerinde
görmeyi sever” deniyor.
Kişinin
malı harcamada en çok arzulu olduğu konuların başında belki de sevdiklerini
kayırmak ve onlara destek olmak geliyor.
Kişinin
arkasında bırakacağı çocukları ve torunları herhalde en çok sevilenlerin
başında gelir ve biriktirmiş olduğu mal varlığının onlara intikal edeceğini
bilmesi kişiyi rahatsız etmez aksine daha fazla memnun eder ve buna sebep de
kendi ihtiyaçları bitse bile çalışmasını ve kazanmasını sürdürür.
İmdi
kişi özellikle çocukları arasında bir ayrım yaparak daha kendisi henüz hayatta
iken malını ya da bir kısmını içlerinden
birine bağışlayabilir mi?
Buna
hukuk açısından bakıldığı zaman cevap elbette yapabilir şeklindedir. Çünkü kişi
kendi kazandığı malı hali sıhhatinde istediği gibi harcayabilir. Fiil
ehliyetinin tam olması halinde buna herhangi bir mani yoktur.
Ama
işin bir de diyanî/ ahlakî boyutu vardır.
Bir
babanın çocukları arasında ayrımcılık yapması diyaneten hoş karşılanmaz.
Nitekim böyle bir uygulama Hz. Peygamber zamanında da olmuş. Olay şöyle:
en-Numan b. Beşîr anlatıyor: Babam bana bir malını (köle) bağışlamıştı. (Annem Amra
Bint Ravâha) babamdan beni Hz. Peygamber’e
götürüp, bu bağışa onu şahit kılmasını istemiş. Babam beni götürdü ve Hz.
Peygamber’e “Bu çocuğuma bana ait bir köleyi bağışladım. Bu bağışa (çocuğun
annesinin isteği üzerine) senin tanık olmanı istiyorum!” dedi. Hz. Peygamber: “Senin
başka çocukların var mı?” diye sordu. O
da “Var!” deyince Hz. Peygamber “Peki diğer çocuklarına da aynı şekilde bağışta
bulundun mu?!” diye sordu. Babam da “Hayır!” deyince Hz. Peygamber “Allah’tan
korkun ve çocuklarınız arasında adaletli davranın! buyurdu ve ekledi: “O
takdirde buna beni tanık kılma, başkalarını şahit tut. Ben haksız bir işleme
tanık olamam!” buyurdu. Rivayetlerde Hz. Peygamber’in ona “Çocuklarının sana
iyilik yapmaları konusunda ayrımcılık yapmaları hoşuna gider miydi!” dediği ve
hayır cevabını alması üzerine de “Öyle ise senin de ayrımcılık yapman doğru
olmaz” buyurduğu da ifade edilmektedir.
Bu
örnek olayda da görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in “Olaya beni değil başkasını
şahit tut!” demesi bu uygulamanın hukuken geçerli olabileceğini gösterir. Ancak
diyaneten/ahlaken bir babanın çocukları arasında ayrımcılık anlamına gelecek ve
“adalet” ilkesiyle bağdaşmayacak bir davranışta bulunması asla tasvip
edilebilecek bir durum olamaz.
Burada
şunu da belirtmekte yarar vardır: Adalet, her zaman eşitlikle sağlanmaz.
Çocuklar arasında eşitlik bazen adalet ilkesine uygun düşmeyebilir. Söz gelimi
çocuklar içerisinde hali vakti iyi olanlar olur, gerçekten bakıma muhtaç
durumunda olanlar olabilir. Bu durumda ille de eşitlik ilkesine uymak gibi bir
gereklilik söz konusu olmaz. Aksine herkesin ihtiyacını dikkate alarak –aralarında
eşitlik olmasa bile- destekte bulunmak adalet esasına daha uygun olabilir.
Dua
ile!
21.11.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder