30 Kasım 2013 Cumartesi

Bir ilahiyat profesörünün kürsüsü



Profesör olunca millet bizi bir şey olduk sanıyor.
Profesör diye her şeyi biliyor zannediyor.
Oysa profesörler hep doğruyu söylerler ama söyledikleri çoğu kez bir şeye yaramaz.
Çünkü özellikle kendimiz adına söyleyeyim profesör kürsüden anlatır. Bu kürsü yükseklerde bir yerdedir. Karşısındaki dinleyenleri hep kendisine “Hocam!” diye hitap eden ve saygıda kusur etmeyen ya da edemeyen talebelerdir. Çoğu kez bu talebeler hayatı bilmezler. O yüzden de can kulağı ile dinledikleri hocalarının –eğer dinliyorlarsa tabii- söylediklerinin hep mutlak doğru olduğunu düşünürler, onun her şeyi bildiğini sanırlar. Öğrendiklerinin yarın hayata atıldıkları zaman işlerine yarayacaklarını var sayarlar. Gerçi çoğunluk böyle düşünmez ve geçer not aldıktan sonra hocalarından aldıkları bilgileri içeren notları çöpe atmakta bir beis görmezler. Hani biz iyimser düşünerek onlara itimada sahip olduklarını var sayarak devam edelim.
Her nasıl ise hayata atıldıkları zaman gerçeğin soğuk nefesi yüzlerini yaladığı zaman uyanırlar ve çoğu kez şok olurlar. Çünkü bu gerçekliği daha önce hocaları marifetiyle tanımamışlardır. Ona karşı donanımlarının olmadığını görmüşlerdir. Takke düşmüş kel görünmüştür.
“Biz bunu görmüştük ya da duymuşluğumuz vardı, aslında hoca anlatmıştı ama…” gibi mazeretler onları kurtarmaz. Boylarının ölçüsü çoktan alınmıştır.
Diyanet ve tababet birbirine benzer demiştik. Hatta o kadar ki al birini vur ötekine diye de eklemiştik.
En iyi doktorlar, araştırma hastanelerinde yetişiyor. Hayatında hiç hasta görmeden doktor olmak imkansız oluyor. Doktorlar için hastalar, öğretmenler için öğrenciler her ne ise din görevlileri ve ulema için de cemaat o olmalıdır. İlahiyat fakülteleri talebelerini büyük ölçüde diyanet alanında istihdama hazırlamaktadır. İmam-Hatip ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerine de öğrenciler hoca gözüyle bakmaktadırlar.
Tıbbın muhatap kitlesi sağlığını kaybetmiş, hasta olmuş insanlardır. Sağlığını kaybetmeme endişesiyle de henüz hasta olmadan korunma amacıyla gelenler de onların müşterileri arasındadır. Buna mukabil dinin muhatap kitlesi hayatta olan herkes ve her kesimdir. Cemaat dar anlamda daha özel bir muhatap kitlesidir.
Hal böyle iken her nedense birbirinin aynı olmasına rağmen  tababette durum söylendiği minval üzere iken ilahiyat hocası çoğu kez kendisini salt bir bilim adamı görür ve kendisinin dar anlamda cemaate ve geniş anlamda da bütün insanlığa yönelik bir mesajının olması gerektiğini pek kale almaz.
Hayatında belki hiç imamlık yapmamış, vaaz etmemiş, konuşma yapmamış, dinî bir merasimi icra etmemiş ilahiyat hocaları vardır.
Oysa insanların beklentileri bu olan durumdan çok farklıdır.
Bir ilahiyat hocası uzmanlık alanı ne olursa olsun dini bilmelidir, bir yere kadar din ile ilgili yöneltilen soruları cevaplamalı, halkın derdine derman olmalıdır.
Vaktiyle bizim bir hoca arkadaşımız Ramazan ayında oruçla ilgili bir TV programına katılmıştı.  Bu arkadaşımız sosyal bilimci idi ve halkın oruca bakışını tespit amacıyla alan araştırması yapmış ve bu konuda uzman olmuştu.
Televizyonda o arkadaş kendisinin din tahsili yapmadığını, dini konularda uzman olmadığını söylemesine rağmen üst üste bir sürü oruçla ilgili dinî soruya muhatap olmuş “Bunları bana sormayın!” falan demesine rağmen orada epey hırpalanmış ve “Ne biçim ilahiyatçısın, bunları bilmiyorsun!” gibisinden zılgıt yemişti.
Halkın bakışı ve beklentisi böyle.
Biz ilahiyatçılar istesek de istemesek de konumumuz gereği asgari düzeyde de olsa dini bilmek zorundayız. Hani  tıpta uzmanlaşmadan evvel herkesin asgari düzeyde tıbbın her alanı ile ilgili bir bilgiye sahip olmaları gibi, bizimde böyle bir ortak zemine sahip olmamız gerekiyor.
Bu meyanda din dili ve aynı zamanda asırlar boyu bir medeniyet ve kültür dili olan Arapça’yı çok iyi düzeyde bilmeyen ilahiyatçıların olması aslında kabul edilebilir bir durum olmamalıdır. Keza bir İlahiyat öğrencisi de Arapçayı öğrenme konusunda isteksizlik göstermemeli, ben bunu mutlaka öğrenmeliyim diye bir irade koymalı, Arapça bilmesem de olur gibi bir anlayış yerine bilmemesini bir nakisa olarak görmeli ve en kısa zamanda telafi etmenin yollarını aramalıdır.
Bir ilahiyat hocası, Medya vaizlerinin çoğu kez yaptığı hataya da düşmemelidir. Hani eskiden kussas denilen bir sınıf varmış. Bunlar marifetiyle bugün pek çok mevzu hadise sahip bulunuyoruz.  Ölçüsüz, uçuk, kaçık, abartılı ve zorlaştırıcı bir din anlatımını halk seviyor. Buna mukabil hayatın içinden bir din anlatımı cazip gelmiyor. Çünkü uçuk kaçık bir din söyleminin nasıl olsa hayatında bir yeri olmayacağını, onun “mala davara bir zarar getirmeyeceğini” biliyor, varsın anlatsın, insanın hoşuna da gidiyor, eğleniyor. Böylesi bir din anlatımı bir tür afyon işlevi görüyor.
Buna mukabil hayatın içinden bir din anlayışının sunumu, ucu genelde bir özeleştiriye varan üslup revaç bulmuyor.
Söz gelimi bayram vaazı yapıyorsunuz. Çoğu insan belli ki vakit namazlarında yoktu, belki cumalarda da yoktu. İlk kez karşınızda yer almışlardı. İmdi siz oraya toplanmış yüzlerce - binlerce insanın ortak paydasını oluşturabilecek ve herkesi ilgilendirecek yapıcı, eksikleri giderici, telafi edici, öğretici, hatırlatıcı  bir söylem tutturmak yerine fırsat bu fırsat deyip sadece bayram namazına gelen insanlara neden vakit namazlarına gelmediklerini, neden cumada bulunmadıklarını bin bir hakarete varacak sözlerle yüzlerine çala çala yüklendiniz mi onlar sokulacak delik ararken bakıyorsunuz devamlı cemaat açıldıkça açılıyor, sizin onları haşlamanız onların öyle hoşlarına gidiyor ki, demeyin gitsin.
Oysa asıl derdimiz bizim merkezde olanlarla ilgili olmalı. Onlar iyi temsil edebilseydi, onlar güzel örnek olabilseydi ve de en başında tabii biz onlara  rol model olabilseydik  zaten böyle bir sonuç doğmazdı.
Bu medya vaizleri öyle ipe sapa gelmez şeyler anlatıyorlar ki… buna rağmen hepsi de müşteri buluyor. Sürüm mükemmel.
Ahlaklı olun, doğru olun, dürüst olun… demek bozuyor. Buna mukabil “Kim şu duayı okursa cennetin tam ortasından bir saray, şu kadar huri bu kadar gılman!” diye anlattınız mı sizden iyi din anlatan kimse olmuyor.
“Bak burada  yan yana iki tane cami var, ama umumi bir tuvalet yok. Oysa herkesin böyle bir hizmete ihtiyacı var. Gel sen cami yaptırma tuvalet yaptır, daha çok sevap alırsın!” desen seni defe koyup çalarlar. Çünkü Hz. Peygamber “”Kim bir kuş yuvası kadar da olsa bir mescit yaptırsa Allah ona Cennette bir köşk yapar!” diyor, derler ve  “Hiç gelip gidenin içine edeceği tuvaletten sevap olur muymuş!” diyerek üstelik de seninle kafa bulurlar.
İyi bir doktor olarak yetişmek emek istiyor.
İyi bir hoca olarak yetişmek de öyle.
İmkan yok mu? Var aslında ama çoğu kez heba ediliyor. Küçük görülüyor.
Dert çok gibi.
Niyetim başka şeyler yazmaktı.
Ama bahtımıza bunlar çıktı.
Dua ile!

30.11.2013

GARİBCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...