Profesör olunca
millet bizi bir şey olduk sanıyor.
Profesör diye her
şeyi biliyor zannediyor.
Oysa profesörler
hep doğruyu söylerler ama söyledikleri çoğu kez bir şeye yaramaz.
Çünkü özellikle
kendimiz adına söyleyeyim profesör kürsüden anlatır. Bu kürsü yükseklerde bir
yerdedir. Karşısındaki dinleyenleri hep kendisine “Hocam!” diye hitap eden ve
saygıda kusur etmeyen ya da edemeyen talebelerdir. Çoğu kez bu talebeler hayatı
bilmezler. O yüzden de can kulağı ile dinledikleri hocalarının –eğer dinliyorlarsa
tabii- söylediklerinin hep mutlak doğru olduğunu düşünürler, onun her şeyi
bildiğini sanırlar. Öğrendiklerinin yarın hayata atıldıkları zaman işlerine
yarayacaklarını var sayarlar. Gerçi çoğunluk böyle düşünmez ve geçer not
aldıktan sonra hocalarından aldıkları bilgileri içeren notları çöpe atmakta bir
beis görmezler. Hani biz iyimser düşünerek onlara itimada sahip olduklarını var
sayarak devam edelim.
Her nasıl ise
hayata atıldıkları zaman gerçeğin soğuk nefesi yüzlerini yaladığı zaman
uyanırlar ve çoğu kez şok olurlar. Çünkü bu gerçekliği daha önce hocaları
marifetiyle tanımamışlardır. Ona karşı donanımlarının olmadığını görmüşlerdir.
Takke düşmüş kel görünmüştür.
“Biz bunu görmüştük
ya da duymuşluğumuz vardı, aslında hoca anlatmıştı ama…” gibi mazeretler onları
kurtarmaz. Boylarının ölçüsü çoktan alınmıştır.
Diyanet ve tababet
birbirine benzer demiştik. Hatta o kadar ki al birini vur ötekine diye de
eklemiştik.
En iyi doktorlar,
araştırma hastanelerinde yetişiyor. Hayatında hiç hasta görmeden doktor olmak
imkansız oluyor. Doktorlar için hastalar, öğretmenler için öğrenciler her ne
ise din görevlileri ve ulema için de cemaat o olmalıdır. İlahiyat fakülteleri talebelerini
büyük ölçüde diyanet alanında istihdama hazırlamaktadır. İmam-Hatip ve Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerine de öğrenciler hoca gözüyle
bakmaktadırlar.
Tıbbın muhatap
kitlesi sağlığını kaybetmiş, hasta olmuş insanlardır. Sağlığını kaybetmeme
endişesiyle de henüz hasta olmadan korunma amacıyla gelenler de onların
müşterileri arasındadır. Buna mukabil dinin muhatap kitlesi hayatta olan herkes
ve her kesimdir. Cemaat dar anlamda daha özel bir muhatap kitlesidir.
Hal böyle iken her
nedense birbirinin aynı olmasına rağmen tababette durum söylendiği minval üzere iken ilahiyat
hocası çoğu kez kendisini salt bir bilim adamı görür ve kendisinin dar anlamda
cemaate ve geniş anlamda da bütün insanlığa yönelik bir mesajının olması
gerektiğini pek kale almaz.
Hayatında belki hiç
imamlık yapmamış, vaaz etmemiş, konuşma yapmamış, dinî bir merasimi icra
etmemiş ilahiyat hocaları vardır.
Oysa insanların
beklentileri bu olan durumdan çok farklıdır.
Bir ilahiyat hocası
uzmanlık alanı ne olursa olsun dini bilmelidir, bir yere kadar din ile ilgili
yöneltilen soruları cevaplamalı, halkın derdine derman olmalıdır.
Vaktiyle bizim bir
hoca arkadaşımız Ramazan ayında oruçla ilgili bir TV programına
katılmıştı. Bu arkadaşımız sosyal
bilimci idi ve halkın oruca bakışını tespit amacıyla alan araştırması yapmış ve
bu konuda uzman olmuştu.
Televizyonda o
arkadaş kendisinin din tahsili yapmadığını, dini konularda uzman olmadığını
söylemesine rağmen üst üste bir sürü oruçla ilgili dinî soruya muhatap olmuş “Bunları
bana sormayın!” falan demesine rağmen orada epey hırpalanmış ve “Ne biçim
ilahiyatçısın, bunları bilmiyorsun!” gibisinden zılgıt yemişti.
Halkın bakışı ve
beklentisi böyle.
Biz ilahiyatçılar
istesek de istemesek de konumumuz gereği asgari düzeyde de olsa dini bilmek
zorundayız. Hani tıpta uzmanlaşmadan
evvel herkesin asgari düzeyde tıbbın her alanı ile ilgili bir bilgiye sahip
olmaları gibi, bizimde böyle bir ortak zemine sahip olmamız gerekiyor.
Bu meyanda din dili
ve aynı zamanda asırlar boyu bir medeniyet ve kültür dili olan Arapça’yı çok
iyi düzeyde bilmeyen ilahiyatçıların olması aslında kabul edilebilir bir durum
olmamalıdır. Keza bir İlahiyat öğrencisi de Arapçayı öğrenme konusunda
isteksizlik göstermemeli, ben bunu mutlaka öğrenmeliyim diye bir irade koymalı,
Arapça bilmesem de olur gibi bir anlayış yerine bilmemesini bir nakisa olarak
görmeli ve en kısa zamanda telafi etmenin yollarını aramalıdır.
Bir ilahiyat
hocası, Medya vaizlerinin çoğu kez yaptığı hataya da düşmemelidir. Hani eskiden
kussas denilen bir sınıf varmış. Bunlar marifetiyle bugün pek çok mevzu hadise
sahip bulunuyoruz. Ölçüsüz, uçuk, kaçık,
abartılı ve zorlaştırıcı bir din anlatımını halk seviyor. Buna mukabil hayatın
içinden bir din anlatımı cazip gelmiyor. Çünkü uçuk kaçık bir din söyleminin
nasıl olsa hayatında bir yeri olmayacağını, onun “mala davara bir zarar
getirmeyeceğini” biliyor, varsın anlatsın, insanın hoşuna da gidiyor, eğleniyor.
Böylesi bir din anlatımı bir tür afyon işlevi görüyor.
Buna mukabil
hayatın içinden bir din anlayışının sunumu, ucu genelde bir özeleştiriye varan
üslup revaç bulmuyor.
Söz gelimi bayram
vaazı yapıyorsunuz. Çoğu insan belli ki vakit namazlarında yoktu, belki
cumalarda da yoktu. İlk kez karşınızda yer almışlardı. İmdi siz oraya toplanmış
yüzlerce - binlerce insanın ortak paydasını oluşturabilecek ve herkesi
ilgilendirecek yapıcı, eksikleri giderici, telafi edici, öğretici, hatırlatıcı bir söylem tutturmak yerine fırsat bu fırsat
deyip sadece bayram namazına gelen insanlara neden vakit namazlarına
gelmediklerini, neden cumada bulunmadıklarını bin bir hakarete varacak sözlerle
yüzlerine çala çala yüklendiniz mi onlar sokulacak delik ararken bakıyorsunuz
devamlı cemaat açıldıkça açılıyor, sizin onları haşlamanız onların öyle
hoşlarına gidiyor ki, demeyin gitsin.
Oysa asıl derdimiz
bizim merkezde olanlarla ilgili olmalı. Onlar iyi temsil edebilseydi, onlar
güzel örnek olabilseydi ve de en başında tabii biz onlara rol model olabilseydik zaten böyle bir sonuç doğmazdı.
Bu medya vaizleri
öyle ipe sapa gelmez şeyler anlatıyorlar ki… buna rağmen hepsi de müşteri
buluyor. Sürüm mükemmel.
Ahlaklı olun, doğru
olun, dürüst olun… demek bozuyor. Buna mukabil “Kim şu duayı okursa cennetin
tam ortasından bir saray, şu kadar huri bu kadar gılman!” diye anlattınız mı sizden
iyi din anlatan kimse olmuyor.
“Bak burada yan yana iki tane cami var, ama umumi bir
tuvalet yok. Oysa herkesin böyle bir hizmete ihtiyacı var. Gel sen cami
yaptırma tuvalet yaptır, daha çok sevap alırsın!” desen seni defe koyup
çalarlar. Çünkü Hz. Peygamber “”Kim bir kuş yuvası kadar da olsa bir mescit
yaptırsa Allah ona Cennette bir köşk yapar!” diyor, derler ve “Hiç gelip gidenin içine edeceği tuvaletten
sevap olur muymuş!” diyerek üstelik de seninle kafa bulurlar.
İyi bir doktor olarak
yetişmek emek istiyor.
İyi bir hoca olarak
yetişmek de öyle.
İmkan yok mu? Var
aslında ama çoğu kez heba ediliyor. Küçük görülüyor.
Dert çok gibi.
Niyetim başka
şeyler yazmaktı.
Ama bahtımıza
bunlar çıktı.
Dua ile!
30.11.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder