15 Mayıs 2014 Perşembe

Ölmek için yaşamak ya da yaşamak ve akibette ölmek ve de Şehitlik




Geçen birkaç öğrencimle Arap dilindeki Lâmu’l-âkıbete ilişkin  örnekler üzerinden konuşuyorduk. Söz şehitliğe geldi. Onların şehadeti sanki yaşamak için bir ideal ya da amaç gibi düşündüklerini gördüm.
Zahir nasıl bir anlatım varsa bu genç dimağlar şehadeti hayat için bir amaç gibi görebiliyorlardı. Buna göre şehitlik bir amaçtı ve şehadet mertebesine erişilmişse bu büyük bir kazanımdı.
Bana pek öyle gelmiyor.
Kuss b. Saîde’nin meşhur hitabesinde yer alan “Lidû li’l-mevt ve’bnû  li’l-harâb” ifadesinin de  bazı büyük hocalarımız tarafından “Ölmek için doğun ve harap olması için yapın!” şeklinde tercüme edildiğini gördüm.  Oysa bu tercüme ve anlayış yanlış: Hiç insan ölmek içi doğar mı? Hiç insanlar harap olsun, yıkılsın diye  inşa eder, yapar mı?
Doğrusu şu olmalıdır: “Doğun, lakin akıbet ölümdür. Yapın, ama bilin ki akıbet yıkımdır.”
İnsanın hayatı işte böyle bir şey.
Allah insanları yarattı ve onlara hayat bahşetti ise, ölsünler diye değil, kendilerine takdir edilen bir ömür boyu yaşasınlar diye yaratmıştır. Bu yaşam boyu da ebedi yaşantılarını aha da burada  inşa etsinler, cennet ya da cehennemlerini hazırlasınlar  istemiştir.
Hal böyle iken bir insanın şehit olmayı istemesi, savaşa giderken  şehit olmak için gitmesi Garibce penceresinden örnek bir tavır olarak gözükmüyor.
Elbette insanın insanca yaşayabilmesi için gerektiğinde ölümü dahi göze alması, uğrunda gözünü kırpmadan canını dahi feda edebileceği  yüce değerleri olması gerekir. Aksi takdirde yaşamanın bir anlamı da zaten olmaz.
Savaşa giderken işte o yüce değerleri ayakta tutmak için gider ve sağ salim dönmeyi ve o değerlerle birlikte de hayatını yaşamayı arzu eder. Ha, bu arzu ve dileğine rağmen savaşta hayatını kaybeder ve şehit olur, o da başka.
Benim özetle diyeceğim şu ki insan ölmek için savaşa gitmez, gidemez, özgürce ve insanca yaşayabilmek için ölümü göze alır ve gerekirse bu uğurda istememesine rağmen ölür ve bunu da bir şeref bilir.
Geride kalanlar da kendilerine canıyla yaşanabilir bir dünya bırakan o insanı tebcil ederler, onu şehitlik mertebesine yüceltirler ve onu bir ufuk insan olarak taltif ve tebcil ederler. Böylece arkadan gelen yeni nesiller için de o kabilden ufuk insan olabilme ülküsü doğar ve gelişir, bunun sonucunda gerektiğinde can bahasına da olsa o yüce değerler uğruna  ölümü göze alabilecek insanların yokluğu çekilmez ve böylesi yiğitler  sayesinde de mensubu olduğu insanlar başları dik, alınları açık bir yaşamı hak etmeyi sağlamış olurlar.
Öyle ise şehitlik, el an sahip olduğumuz değerlerin ödenmiş bedelleridir. Devraldıklarımızınki geçmişte ödenmiştir, korunması için de devrede olan bizlerizdir.
Bütün bunlara rağmen şehitlik asla yaşamın gayesi değildir. Yaşamın yegâne gayesi Allah’a olan kulluğun gerçekleştirilmesidir.
Allah yolunda canlarını feda edenlerin şehit olması yanında uhrevî hükmü itibariyle onlara katılan şehitlikler de vardır: Bir hadiste  salgınlarda ölenler, boğularak ölenler, yıkıntı altında kalarak ölenler… de şehit sayılmaktadır[1].
Malum depremler oldu, sel baskınları oldu nice canlar gitti. Bunlar hep şehit oldular.
Bugünlerde maden kazası oldu ve yüzlerle ifade edilen canlarımız enkaz altında kalarak, yanarak ya da zehirlenerek şehit oldular. Allah cümlesine rahmet eylesin. Geride kalanlarına sabırlar versin.
Şimdi biz şu kadar şehidimiz oldu diye sevinebilecek miyiz?
Eğer hayatın gayesi şehadet olsaydı sevinmemiz gerekirdi. Hayır, sevinemeyiz, buna imkan yok. Onların şehadeti ahretlerine yönelik nimete dönüşebilir ve geride kalanları bir nebze olsun rahatlatabilir. Ama bu durum, hiçbir zaman meydana gelen bu ağır sonucu özünde iyi hale dönüştürmez.
Bugün değerli bir öğrencim Muammer Arangül’ün konu ile ilgili bir yazısını gördüm. Feys’te paylaştığı duygusunu şöyle dile getirmişti:
“Yatmadan önce çocukların üstünü örtüp yanaklarından öptüm. Aklıma dünden beri babasız gecelere yatıp babasız sabahlara uyanmaya başlayan Soma'nın öksüzleri geldi. Ben de küçük yaşta öksüz kalmıştım, bu yüzden babamın yatmadan önce üstümü örttüğünü ya da beni öptüğünü hiç hatırlamıyorum. Babama 'baba' diye hitap ettiğimi de... Aynı zaman diliminde aynı yerdeki bu kadar çok çocuğun benzer şeyleri hissedecek olması bu yüzden bana çok anlamlı ve üzücü geldi. Hepsini yanaklarından öpüyorum. Allaha emanet olsunlar...
Öksüzlüğün ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmiş sevgili Muammer -ki ben bu öğrencimin öyle olduğunu bilmiyordum ve bunu öğrenmemle sevgisi bir kat daha arttı- bu musibet sebebiyle bir anda öksüz kalan belki yüzlerce çocuğun içinde bulunduğu durumu çok iyi duyabiliyor olmalı. Sevgili Muammer, seslenirken bu şehit çocuklarının babalarının şehadetleri sebebiyle sevinmeleri gerektiğinden bahsetmiyor. Onları bir karadelik gibi içine çekecek “babasız gecelere yatıp babasız sabahlara uyanma” sendromuna işaret ediyor.
Çaresizlik kötü.
İnsanlar çalmadan, çırpmadan sırf karınlarını doyurabilmek için ekmek parasına gönüllü olarak ölüm çukurlarına inebiliyorlar. Ben onları asla kınayamam. Ama onların bu çaresizliklerini istismar eden, sömüren ve karşılığı ödenmemiş emekleri üzerine imparatorluklar kuran sömürücü, kan emici, can alıcı bir çarkın döndürülmesine de asla rıza gösteremem. Üstüne üstlük bu acı sonda onların şehadetlik mertebesine ulaşmış olmaları söylemi ile dinî bir kavramın istismarı da hoşuma gitmez.
Musibetler, durup dururken gelmezler. Allah karada ve denizde bozgunun hep insanların elleriyle yapıp ettikleri ve ihmallerine sebep olduğunu buyuruyor[2].
Üzerime bir depremde kütüphanemin devrilip de ölmem ve böylece şehit olmam beni sevindirmez. Belki  o kütüphaneyi duvara iyece tespit  edip sabitlemediğim için belki günahkar bile olurum.
Yarından tezi yok, kütüphanemi sabitlemeliyim.
Bu vesile ile  ölülerimize rahmet diliyor, geride kalanlara  Yüce Rabbimin engin rahmet ve merhametini, özellikle yetimlere karşı esirgeyiciliğini diliyorum.
Dua ile.
15.05.2015
GARİBCE




[1]عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ - رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ - أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : " الشُّهَدَاءُ خَمْسَةٌ : الْمَطْعُونُ ، وَالْمَبْطُونُ ، وَالْغَرِقُ ، وَصَاحِبُ الْهَدْمِ ، وَالشَّهِيدُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ "
[2] {ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ} [الروم: 41]

2 yorum:

  1. Sevgili Hocam, zihninizin berraklığı yazınıza da yansımış.
    İnsanoğlunun esas görevi "yaşamak ve yaşatmak" Ademoğlunun tecrübesi bu. Gelişmiş ülkelerin en büyük yatırımı savunma ve sağlık. Rahmani bir klavuzları olmadığından, bu üstünlüklerini, bencil davranıp kendileri dışındakilerin aleyhine kullanıyorlar ama insanlık ortalama faydayı da sağlıyor bu teknolojilerden.
    Oysa müslüman toplum, temel kavramlarda bile hakikatin ne kadar da uzağında maalesef! Yaşamasını bilemeyen ölmesini de bilemiyor. "Can"a zarar vermeden nasıl mücadele edeceğini bir türlü akletmiyor."Şehit" sayısı ile övünüyor. Oysa bilmiyorki şehitlik ulvi bir sonuçtur asla amaç olamaz. Ulvi amaç ise yaşamaktır, salih bir zümreden olarak! Selam ve saygılarımla.

    YanıtlaSil
  2. Ilker Yusuf Alkız Hocam olaylara yaklaşımlarınız o kadar özgün ki ne zaman bir yazınızı okusam ufkum ve hayata bakış açım değişiyor sizinle tanışmayı çok arzu ediyorum saygı ile.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...