1 Mayıs 2014 Perşembe

Şefkat bahçesinde oynayan çocuk ha!


Evin hemen önünde ya da balkondan bakınca gözükecek şekilde arkada bir bahçeniz var ve orada oynayan çocuklarınız. Boy boy, dizi dizi.
Dalıp dalıp gidiyorlar oyuna. Arada başını çevirip şefkatle izleyen annelerine bakıyorlar. Babanın o pek aldırmaz duruşunun ardında nasıl bir ilgi olduğunun sezgisiyle güven ikliminde anın tadını çıkarıyorlar.
Koyunlarına kum dolmuş, üst baş çamur olmuş, toprağı kazmaya çabalamaktan tırnakları kırılmış, birbirlerine attıkları kumlar saç ve başlarına doluşmuş umurlarında mı?
Önlerinde kocaman bir gelecek ve zor bir hayat varmış… Onlara ne? Nasıl olsa onun dahi kaygısını çekenler aha da yukarıda/içeride çaktırmadan nasıl da gözetliyorlar. Ve kim bilir onlar için nasıl planlar yapıp, ne şekil gelecekler inşa ediyorlar.
Onlar için ne gam, ne keder!
Böylesi bir neşe, böylesi bir huzur ve güven acaba ne eder?
Dün cebindeki tüm paralarını, uzatılan boş avuçlara koyan aynı insanlar, bugün cepleri para dolu olmasına karşın en yüce değerler adına kendilerine uzatılan ellere neden bir tek kör kuruş dahi koyamaz olmuşlar.
Gerçekten mutluluk denilen ve esas itibarıyla güven ve huzura dayalı olan şey ne eder?
Geçen bir canın sessiz çığlığı ta benim bile sağır kulaklarıma kadar geldi. Şöyle diyordu:
“Bilmek isterdim mutluluk nasıl bir şey, nasıl yürekten gülümsüyorlar, güzel mi?
Gerçek bir gülümseme, çok güzel olmalı, tek bir an bu his için çok şey feda edebilirdim, keşke parayla satın alınabilseydi huzur, güzel olmaz mıydı?
Bir tutam huzur satın alır, sonra da herkesin yüzüne gerçek bir sevgiyle bakabilirdim, belki o zaman bütün güvensizliklerim imanımın önünde koskoca bir dağ olmaz yerle bir olurdu…”
Evet, mutluluk nasıl bir şeydi? Merak ediyordu.
Garibce nereden bilsindi ki. O da himmete muhtaç bir dedeydi ve nerde ki gayrıya himmet edeydi.
Yine de düşünmeden edemedi. Acaba dedi ve aklına bir sürü şeyler geldi.
Soğanın cücüğünü yemek gibi bir şey mi bu mutluluk dedikleri?
Yoksul bir çocuğa “Paran olsa ne yemek istersin?” diye sormuşlardı da çocuk “Patates!” cevabını vermişti. Öyle ya belki de patates yemekti.
Belki baharda yaylaya gitmekti ve doğanın hazır sunduğu kenger, ekşimen, yemlik gibi şeyler toplamak ve Menn-i Selvâdan sayılabilecek Garibce hazların tadına varmaktı.
Ya da ne diyeyim aşık değilim ki bileyim: Sevgiliden bir selam almaktı, adını gül dudağı ile andığını duymaktı. İşlemeli bir çevre salmaktı…
Ve belki de kim bilir içeride çekilen enfes ziyafete anahtar deliğinden bakarak katılmaktı. Onlar içeride ağızlarını şapırtatırken alınan hazzın neşesiyle kendinden geçmekti.
Bilemiyorum işte. Ne adını koyabiliyor ne de tanımını yapabiliyorum.
En güzeli sanki bana da “şefkat bahçesinde oyun oynayan çocuk olmak” betimlemesi geldi.
Yüzüne gözüne tozlar bulaşmış, gözü sulanmış, burnu akmış, toz birikmiş yüzüne çizgi çizgi olmuş. Ama o tozun toprağın ardında güven içinde yüzmenin huzurunu taşıyan bir yüz ve ışıl ışıl parlayan bir göz var.
“-Ey çocuk, sende olandan bana da verebilir misin?” dedim.
Anlamadı, başını salladı.
“-Dedim şu yüzünün ışığından, gözünün parıltısından bana da verebilir misin?”
“-Ama o verilmez ki!” dedi.
“-Peki hiç yolu yok mu?” dedim.
“-Var!” dedi.
“-Ne ve nasıl?!” dedim.
“-Anlamalıydın!” dedi.
Ve ne yazık ki ben anlayamamıştım.
Çünkü ben büyük adamdım. Onun ne halini bilirdim ne de dilinden anlardım.
Hem öylesi yüzde ışık, gözde mutluluk… bunlar bizi bozardı.
Bizim yüzümüz mahkeme duvarı gibi, bakışlarımız ise kurşun gibi ağır olmalıydı.
Öyle oyunla oyuncakla işimiz mi olurdu? Ağır olmalıydık ve öyle ki gören bizi kadı sanmalıydı.
Bizim sevmeye ve sevilmeye vaktimiz olabilir miydi?
Ve de şefkat bahçesinde oyun oynamaya.
Hem kimin şefkatine sığınabilirdik ki gayrı.
Yüzümüze gülen yüzleri örten maskeleri görmüştük çoktan.
Bizi bataklıktan kurtarmak için uzanan ellerin ardındaki niyetleri bir bir sökmüştük hayli zamandan.
Bütün numaraları biliyoruz kendi özümüzden, o yüzden gördüğümüz yüzün kaç numara olduğunu bilmek hiç sorun olmuyor be çocuğum.
Bedelini ödemediğin bir dilim çaman ekmeğin bile esirgendiği bir dünyada ne yazık ki özümüzde mevcut bulunan insanlık hazinesini öyle çarçur edip tüketmişiz ki artık verecek bir şeyimiz de kalmamış.
Kime ne diyebilirdik ki, kendimiz sarmaları ikişer ikişer götürüyorken.
Çocuğum, anlamadı da sanma, aslında senin ne demek istediğini anladım elbet. Ne var ki benim bu yüzle artık senin gibi olmamın imkanı yok. Dolayısıyla senin gülen yüzün ve ışıyan gözün gibi bir yüzüm ve gözüm olsun diye bir talebi hala sürdürmenin ne kadar boş olduğunu hiç bilmez olur muyum?
Ama Rabbimden son olarak niyazım şu ki, bari “Şefkat bahçesinde oyun oynayan” canlarımız hep olsun.
Olsun ki onların yüzlerinin aydınlığı, gözlerinin ışığı bizim yüzümüze de vursun ve hiç olmazsa anahtar deliğinden bakarak bile olsa o mutluluğu biz da tadar gibi edelim.
Yüzümüz olmayabilir. Bu doğru!
Ama umudumuzu asla kesemeyeceğimiz lütufkâr bir Rabbimiz var!
Bir bakmışız hayalini kurduğumuz şeyler bile gerçek olmuş.
Neden olmasın ki!
Dua ile!
01.05.2014

GARİBCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...