17 Mayıs 2014 Cumartesi

Taziyelerimiz, yasa dönüşüyor!


Taziye, başsağlığı dilemek demektir. Bir musibete maruz kalan kişinin acısını hafifletmek amacıyla yapılır. Mümkünse musibete maruz kalan kişi ilk üç gün içinde ziyaret edilir, kaybettiği yakınına rahmet dilenir,  kendisinden de sabırlı olması istenir.
Taziyenin asıl amacı  geride kalanların acısını hafifletmektir.
Bu yüzden vaveyla koparmak, dövünmek, ağıtçılar tutmak, ölünün yakınlarını iyice yasa boğacak davranışlar yasaktır.
Hz. Peygamber tarafından ne kadar yakında olsa bir ölünün ardından en fazla üç gün yas tutulabileceği belirtilir. Bunun tek istisnası kocası ölen kadının iddet boyunca yas tutuyor olmasıdır.
Taziye için gelenlerin amacı, ocağa düşen ateşi körüklemek yerine söndürmeye çalışmak, ailenin acısını hafifletmek, onların yalnız olmadıklarını, konu komşu, eş dost ve akraba olarak hep yanında olduklarını onlara hissettirmek ve böylece onların yeniden yaşama tutunmalarını sağlamak olmalıdır. Hele Soma gibi büyük felaketlerde ayrıca devletin de onların yanında olduğunu belirtmesi ve yaraların el birliği ile birlikte sarılacağının onlara ihsas ettirilmesi söz konusu olmalıdır.
Felaketin ardından üç gün yas ilan edildi. Millet olarak hepimiz, ölenlere rahmet diledik ve çok üzüldük. Bu tamam. Ama bundan ötesi pek hoş cereyan etmiyor. Yayınlar ve paylaşımlar ölü yakınlarının acılarını hafifletmek ve unutturmak yerine sürekli kanayan yaralarını kaşımak gibi cereyan ediyor.
Gelen ağlıyor, giden ağlıyor.
Ölü yakınlarının acısına her gelen sanki tuz basıyor.
Buna mukabil asıl taziye onların acıları olduğu kadar geride kalan özellikle dul eş ve yetim çocukların, evinin direğini kaybetmiş yaşlı anne ve babaların üzerlerine abanan ve altından kalkmaları çok zor olan yüklerini hafifletmek, onların geleceğe yönelik kaygılarını hesaba katarak umutsuzluğun acımasız girdabına düşmelerini önlemek şeklinde olmalıdır.
Bu kabilden hareketler de yok değil ve asıl sevindirici olanlar da bunlardır.
Ölüm gerçek. Lakin ölenler ile ölünmüyor ve hayat devam ediyor.
Ölenlere rahmet diliyor ve dualar ediyoruz.
Bu işin kolay yanı. Zor olanı ise geride kalanları kucaklayıcı, rahatlatıcı, geleceğe olan umutlarını yeniden yeşertici tavırlar olacaktır. Hayırda yarışacaksak asıl onlara ilişkin tedbirlerde yarışmak lazım.
Bu vesile ile bir kez daha kadere bakışımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Vaktiyle (1990) Hacda tünel faciasında izdihamdan 1462 kadar hacı ölmüştü. Sonraki yığllarda da özellikle Mina’da şeytan taşlama yerlerinde onlarca, yüzlerce hacı öldü. Yetkililer “Ne yapalım, kader!” diye sorumluluğu geçiştirmeye çalışıyorlardı. Sonraki yıllar mekanları genişletme projeleri yaptılar,  şeytan taşlama yerini dört katlı ve gelişli gidişli biçimde yeniden düzenlediler. Şimdi aynı o yerlerde hiç izdiham olmuyor ve kimse de ölmüyor. O kaderdi de peki şimdi bu ne? Elbette bu da kader! Demek ki kaderi Allah biraz da insanların elleriyle yazıyor.
Tek bir kişi bile olsa ihmal sonucu ölmüşse, bunun vebali çok büyüktür. Ya bir de ölenler yüzlerle ifade ediliyorsa. Bu itibarla bu gibi faciaları kader diye geçiştirmek hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmemeli ve kamu vicdanını teskin edici bir şekilde incemeler yapılmalı ve gerçekten ihmal ve kasıt gibi unsurlar var ise bunlar ortaya çıkarılmalıdır. Hiç kimse hesabını veremeyeceği bir yükün altına da girmemelidir.
Ölülerimize –ki onlar şehit sayılıyorlar- rahmet diliyorum.
Geride kalanlara sabır diliyorum ve insanlık işte böyle zamanlarda belli olur diyor ve millet olarak bu ve benzeri yaraları el birliği ile sarmanın lüzumuna işaretle cümlenizi Allah’a emanet ediyorum.
Dua ile!
17.05.2014

GARİBCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...