18 Kasım 2015 Çarşamba

Bid’atler ve kendi öz yatağımızda bulduğumuz çocuğun nesebi



Malum bir ilke hadisimiz var: el-Veledü li’l-firâş diye. Yani çocuk yatağa aittir. Bu şu demek: Bir evlilik içinde doğan çocuk, o çocuğu doğuran kadının nikahına sahip olan kimseye yani kocasına aittir. Anne ve çocuk arasındaki ilişki fiziki bir ilişkidir, doğal olması hasebiyle onun hukukta bir problem oluşturması söz konusu değildir. Ancak çocuk ile baba arasındaki ilişki hukukî bir ilişkidir. Dolayısıyla onun babasının kim olduğunun başka bir ifade ile nesebinin kimden sabit olduğunun hukuken belirlenmesine ihtiyaç vardır. Fıkhımız diyor ki, çocuk yatağa aittir. Kimin yatağında doğmuş ise çocuk onundur. Nesebin sabit olması için bu yeterlidir ve ayrıca genetik olarak bunun tespitine ihtiyaç yoktur. Koca, çocuğun kendinden olmadığını iddia ederse işte o zaman lian gibi yollarla nesebin reddine gidilir ve çocuğun nesebi annesinden sabit olur, evlilik dışı yoldan peydahlamış olduğu kişiden de sabit olmaz. Çünkü haram olan fiile meşruiyet hükmü bağlanmaz. Karı ile koca arası da ayrılır. Yani o ki faturası da ağır.
Ne alaka? Ben de çok anlayabilmiş değilim ama aklıma benzer bir durum geldi, içimde kalmasın paylaşayım dedim.
İmdi erbabının malumudur: İslam Medeniyeti içinde de neşvü nema bulmuş bir takım ilimler, kurumlar, oluşumlar vb. vardır. Mademki bunlar İslam medeniyeti içinde doğmuştur öyle ise bunların İslam’a nispetinde ve meşruiyetinde bir sorun olmamalıdır. İyi de gerçekten nesebi gayrı sahih ise… Olsun, mademki bizim döşeğimizde doğmuştur, öyle ise bizim çocuğumuzdur.
Adamın biri yıllar süren bir deniz yolculuğundan sonra evine dönmüş, bakmış evde sağa sola emekleyen bir çocuk var.
-Hanım demiş bu da ne?
-Efendi demiş hanım tabi ki bizim çocuğumuz.
-Peki, nasıl oldu?
-Valla bir ara aş yermiştim iştah ile kar yemiştim, işte ondan oldu.
Adam ne yapsın, el-Veledü li’l-firaş: Yatak bizim yatak, o zaman çocuk da bizim olacak. Yutmuş yutkunmuş, bir şey de diyememiş. Zaman geçmiş çocuk koşar oynar hale gelmiş. Adam gene yolculuğa çıkacak, sıcak denizlere açılacak demiş çocuğu da yanıma alayım, gezsin görsün, dünyayı öğrensin… Tabii aklında başka şeyler varmış. Kadın gönüllü gönülsüz çocuğu adama teslim etmiş. Bir süre sonra adam dönmüş yanında çocuk yok. Hanım demiş:
-Bey! Hani çocuk?!
-Valla hiç sorma, çocuk sıcağı görünce dayanamadı eridi gitti, demiş.
Öyle ya kardan peydahlanan çocuğun ömrü güneşi görene kadar olur.
Geçen kurucu İslami ilimlerin birbirleri ile ilişkisi hakkında “Şu tasavvufun durumu nedir? Kimileri onun nesebi gayri sahih çocuk olduğunu söylüyorlar? Ne dersiniz?” diye bir soru sorma cüretinde bulundum. Cevap olarak: Asla ve kat’a denildi. Ben ortamın sorumu mahkûm eden havasını koklayarak yine cahil cesur olur fehvasınca “Fıkhı fıkhımız, kelamı kelamımız olmasa da mı?” diye ekledim. Belli ki kimsenin bunu tartışmaya açmaya niyeti yoktu. Mademki tasavvuf medeniyetimiz içinde doğmuş ve neşvü nema bulmuştu öyle ise meşruiyeti tartışılamazdı. Ya ökse otu gibi ise, Şecere-i Tayyibemize bir şekilde eklemlenmiş, onu sömürmekte, ondan beslenmekte ama tamamen genetik olarak farklı, özüyle, esasıyla, yemişi ile tamamen ayrı ise.
Garibce olarak ben derim ki: Yatağımızda bulduğumuz her çocuğun bize aidiyeti iddiasını her zaman ve zeminde benimseyebilir ve sürdürebilir miyiz? En azından sağlamasını yapmanın bir imkânı yok mu? Hani ördüğümüz duvarın doğru - düzgün olup olmadığını şakul tutarak, sıvanınkini mastara vurarak, dört işleminkini sağlamasını yaparak belirleriz ya? Burada da öyle bir imkân yok mudur?
Söz gelimi önümüze konulan yemişin İslam’ın Şecere-i Tayyibesi’ne ait olduğunu, en azından bizim ağacın dalları ucunda mı yetişmiş, o dallar bizim ağacın köklerinden mi beslenmiş şeklinde bir sağlama yoluna gidebiliriz. Bittiği dallar bizim ağacın dalları değil, dallar bizim ağacın köklerinin uzantısı değilse yani ne fıkhımıza ne de akaid ve kelamımıza tabi ise o takdirde belli ki bu ökse otu gibi bünyemize eklemlenmiş ve bizi sömürmüş genetik olarak yabancı bir unsur deriz ve ondan Şecerei Tayyibemizi kurtarmaya çalışırız. Yok, öyle değil de fıkhı fıkhımız, akaid ve kelamı bizim akait ve kelamımız ise o takdirde verdiği semerelerin, o İslam ağacının Hz. Peygamber döneminde henüz vermiş bir meyvesi olmamasını önemsemeyiz. Zira “her an yemiş veren” İslam ağacı/ Şecere-i Tayyibe kimi anlık, kimi günlük, kimi aylık, kimi yıllık, kimi de (her yüzyılda bir müceddidin yetişmesi gibi) yüz yıllık meyveler verecek özelliktedir. Hz. Peygamberin mescidinden zaman içinde onlarca kurumun çıkıp neşvü nema bulması, bilkuvve/ nüve halinde olanın bilfiile dönüşmesinden başka bir şey değildir. Şimdi bütün bunları  Hz. Peygamber döneminde yoktu diye, bidat sayıp atabilir miyiz?
İlm-i tasavvuf ve onun pratik yönünü oluşturan tarikatların hala sürgit bir meşruiyet tartışmasına konu olmaları boşuna değildir. Bu itibarla hem tasavvufun hem de tarikatların kendi konuşlandırılmalarını Şecere-i Tayyibe’nin yemişine nispetle temellendirmeleri, dolayısıyla o ağacın hem gövde ve dallarına hem de onu sabit tutan ve besleyen köklerine sahip çıkmaları ve bunun böyle olduğunu her vesile ile beyan etmeleri, tavırları ile ortaya koymaları üzerlerindeki ithamların bertaraf edilmesi açısından gereklidir. Zira tasavvuf bazen öyle söylemlere sahiptir ki İslam ilimleri içinde en küllî ilim kendisiymiş de ne fıkha ne de kelama ihtiyacı varmış gibi, sanki ayrı bir dinmiş gibi, hem kendi teolojisini/kelamını hem de fıkhını kendi belirleyen küllî bir yapı imiş gibi davranabiliyor.
Özetle söylemek gerekirse tasavvuf bizim İslam ağacımızın/ Şecere-i Tayyibe’mizin dalları ucunda hayat bulmuş yemişlere tekabül ediyorsa, o bütün İslam ilimlerinin ve pratiklerinin hem amacı hem de tabii sonucudur.  Yok, öyle değilse, yatağımızda bulduk diye bu çocuğa sahiplenmek sürgit tartışmalara sebep olacağa benziyor.
Dua ile!
18.11.2015

GARİBCE 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...