26 Mayıs 2016 Perşembe

İslam, Bidat ve Tasavvuf

İslam, kıyamete kadar varlığını ve hayatiyetini sürdürecektir. Bunun için de zamanla hayatiyetini kaybeden ölü hücrelerin yenilenmesi (tecdid) gerekecektir.
İslam fıtrat dini olması hasebiyle aynen bir göze (pınar) gibidir. Suyu azaldıkça saflığını ve berraklığını kaybeder, suyu çoğaldıkça kendi öz safiyetine yeniden kavuşur. Bunun için onun hep coşkulu halde tutulması Müslümanların vazifesidir.
İslam, bu doğallığı, safiyeti ve fıtrata dayalı oluşu ile kendi özünde  herhangi bir pislik ve murdarlık taşımaz. Başına gelenler, biraz da sahipsiz kalması sonucu hep dışarıdan musallat olan çirkeflikler yüzündendir. Bu itibarla İslam’ın yeni bir şekil verilmesine (reform) ihtiyacı yoktur, aksine arındırılmaya, yenilenmeye, yeniden coşkulu kılınmaya ihtiyacı vardır. Buna tecdid denilmektedir. En az her yüz yılda böyle bir yenilenmeye ihtiyaç vardır.
İşte bu yenilenme sırasında mücadele verilecek olan yabancı unsurların başında bidatlar gelmektedir.
İmdi bidat nedir?
Bidat dine eklemlenen ancak ondan olmayan, onu sömüren asalak unsurlardır.
Asalaklık, hayatın hemen her alanında kendine yer açan ve hep muzır olan unsurlardır. Düşünün kendi öz vücudumuza bile yapışan kene gibi, sülük gibi, bit pire gibi kanımızı emen, solucanlar, kılkurtlar gibi bağırsaklarımıza çöreklenen nice asalaklar vardır. Vücudumuzu bunlardan kurtarmamız gerektiği gibi, dine çöreklenen, İslamlığımıza eklemlenen ve onu sömüren bu kabil parazitlerden, asalaklardan da onu kurtarmamız gerekmektedir.
Bir kere şunu bilmekte fayda vardır: Bidat ve din aynı kaynaktan beslenmediği için bunlar arasında doku uyuşmazlığı vardır. Dine nispetle bidat, ağaçlarda türeyen ökse otu (Bizim Toroslarda güvelek derler) gibidir, genetik olarak ağaçla hiç ilgisi yoktur, ancak onun bünyesi içinde var olur, gelişir ve ağacı sömürür.
İslam’ın ve hatta tüm insanlığın ortak kabulüne göre yatağımızda doğan her çocuk nikahın sahibi olarak hukuken bizim sayılmaktadır (el-Veledü li’l-firâş). İyi de gerçekten bizim mi değil mi? Belki dün için bunu ayırt etmenin kesin yolu yoktu. O yüzden ilm-i kıyafe gibi bu alanda uzman sayılan kişilere baş vurulurdu. Ancak bu kesin bir kanıt olmadığı için buna dayanılarak herhangi bir hukuki işlem yapılamazdı. Bu durumda eğer gerçekten çocuğun bize ait olmadığı iddiamız varsa lian uygulamasına gidilirdi ve tarafların yeminleşmesi sonucu eşler arası ayrılır ve çocuk da annenin nesebine katılırdı. Koca da iffete iftira etme cezasından da bu yolla kurtulmuş olurdu.
İmdi bunu ispat edecek kesin deliller, yöntemler bulunmaktadır. (Karine-i katı’a). İbn Kayyim bu gibi kesin kanıtlar hakkında o meşhur sözünü söylemişti: “Eynemâ vücideti’l-maslaha fe semme şer’ullah: Adaleti gerçekleştirici maslahat her ne olursa olsun o şeriatın ta kendisidir. Ya da adalet nerede ve nasıl gerçekleşiyorsa şerî hüküm de odur. Dolayısıyla bugün ihtilaf halinde DNA testi yoluyla nesebin tespiti tamamen şerî bir yol demektir.
Bu gelişme ve yeni imkan sonucunda yatağımızda doğduğu için kucağımıza verilen ve “Al bu çocuk senin!” denilen her çocuğu kabul etmek ve onunla aramızda asılsız bir nesep bağı oluşturmak zorunda değiliz.
İmdi biz tarih boyunca geliştirilen metotlar yanında, yeni teknikler, teknolojik imkanlar, özellikle Batı’da kutsal metinlerin değerlendirilmesi için geliştirilen yeni yöntemlerden de yararlanarak dinin ya da daha doğru bir ifade ile geleneğin içinde yer almış olan ancak dine ait olup olmadığı konusunda tereddüdümüz bulunan asalakvari ögeleri (her türlü bidat, uydurma rivayetler, üretilmiş hayali kişiler vb.) ayıklamamız mümkün olabilir.
Sözgelimi tasavvuf ve tarikatlar adına bize sunulan şeyler ağacın meyvesi gibi ise o zaten bizim nihai amacımızdır, onu asla ve hiçbir şekilde ihmal edemeyiz. Ama ağaçtaki ökse otu gibi ise, ağacın tutunduğu dalları ve kökleri ile hiçbir genetik uyum göstermiyorsa, o takdirde bizim bu asalak otlardan -bize bir takım hoşumuza giden zevkli şeyler sunsa bile- bir an evvel kurtulmak için bir çaba içerisine girmeliyiz. Yatağımızda bulduğumuz her çocuğu bizden olsa da olmasa da kabullenmek mecburiyetinde olmadığımız gibi İslam adına ortaya çıkmış olan kurumlar karşısında da aynı tavrı göstermeliyiz.  Bu noktadan hareketle tasavvuf hakkında diyeceğimiz sözümüz şu olur: Eğer tasavvufun tutunduğu dallar (füru) ve kökler (usul) bizim İslam ağacının kökleri ve dalları ise başka bir ifade ile Tasavvufun fıkhı fıkh-ı zâhirimiz (furu’u’d-dîn), akaidi fıkh-ı ekberimiz (usûlu’d-dîn) ise ona karşı çıkmanın bir anlamı yoktur. Hz. Peygamber zamanında bilfiil olmayıp da zaman içinde bilfiil halinde ortaya çıkan nice kurumlar vardır. Nitekim fıkıh mezhepleri de böyledir. Baştan beri nüve olarak özü olan ama adı olmayan tasavvufun da bu anlamda kurumlaşmış bir yapıya bürünmesi ve kendine has bir takım özelliklerinin ortaya çıkması normal gelişme kabilinden sayılacak bir durumdur. Ağacı dikersiniz de meyveyi nice bir zaman sonra devşirirsiniz. Kimi ağaç dikildiği sene meyve verir, kimi ise üç beş sene sonra ancak meyve verir. İmdi kıyamete kadar daim olacak İslam ağacındaki bilkuvve olan unsurların zaman içinde, belki doğuşundan birkaç asır sonra bilfiil meyveye dönüşmesi, onun verdiği semere olmamasını gerektirmez. Dolayısıyla bu kabilden gelişmeler dinde bidat sayılmaz, aksine arzulanan, beklenen bir gelişme olur. Önemli olan bu yeni semerenin genetik olarak aynı öze ve esasa ait olmasıdır. Bu itibarla kaostan düzene geçişi sağlayan, bölücü değil aksine olabildiğince toparlayıcı olan mezhepleri bidat sayamadığımız gibi fıkhımızın derunî yönünü (fıkh-ı bâtın) temsil eden tasavvufu da sözü edilen kayıtlarla bidat sayamayız.
Dua ile!
26.05.2016
GARİBCE



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...