13 Eylül 2017 Çarşamba

Eczacılar tabib oldu!

 

Fakültede dersler başladı ve ilk dersimizde adet üzere giriş yapıyoruz. Fıkıh dersimizde “Varsa yoksa Fıkıh, başka ilim yok!” demeye getirdim.
Vakıa da öyle değil mi?
Şecere-i Tayyibe (İbrahim 14/24) örneğinden hareketle de anlatıldığı gibi ed-Din olarak İslam’ın sapasağlam kökleri var (asluhâ sâbit). O köklerden dışarı vuran gövdesi ve dalları var (fer‘uhâ fi’s-semâ). Ve ucunda da her an verdiği yemişi/ semeresi var (ükülühâ) . Kökler, inançlara; görünen gövde kısmı davranışlara, yemiş/semere de erdemlere tekabül eder. Bu her üç boyutu ile İslam’ı /ed-Din’i anlama ve kavramaya, hayata geçirme becerisine de “et-Tefekkuh fi’d-dîn” denir. “İlim” rivayete dayalı bilgi anlamında kullanılırken “Fıkıh” insan aklının devreye girmesiyle oluşturulan sistematik bir “bilim”dir ve bu anlamda yegânedir. Bu ağacı bir bütün olarak konu edinen bilim fıkıh iken zamanla köklerini /inançları Fıkh-ı ekber, gövdeyi fıkh-ı zâhir ve semereyi de fıkh-ı bâtın diye ayırmaya, ardından da içeriklerini dikkate alarak köklerini konu edinen ilmi akaid, akla dayalı olarak savunusuna kelam, fıkh-ı bâtını da zühd, ahlak, tasavvuf gibi adlarla ayırmışız. Bu ayırmada bir sakınca yoktur, yeter ki ahlak ya da tasavvufun fıkhı bizim fıkhımız, akaidi de bizim akaidimiz olsun. Zamanla bu kutlu ağaca ökse otu gibi asalaklar da yerleşmiş ve İslam’ın bünyesini sömürmüştür. Bunlara da “bid’at” demekteyiz. “Bu kutlu ağacın falanca dalı ya da meyvesi Hz. Peygamber döneminde yok idi, dolayısıyla reddi gerekli bidattir” şeklindeki bir anlayış sakattır. Bidat’ın ayrıcı özelliği, ağacımızın genetik özelliklerini taşıyıp taşımamasıdır. Fıkhı fıkhımız, akaidi akaidimiz olan her yeni meyve bizim kendi öz bünyemizin semeresidir. Onu almakta tereddüdümüz olmaz.
Tefsir- hadis diye okutmakta olduğumuz ilimlere gelince bunlar esas itibariyle bu kutlu İslam ağacına hayat veren vahye bizi ulaştıran, malzeme temin eden ilimlerdir.
İmam Şafiî’nin benzetmesiyle hadisçiler (ve tefsirciler) ya da daha doğru bir ifade ile “rivayete dayalı bilgiler” anlamında malumatı bize sağlıklı bir şekilde temin eden eczacılardır. Fakihler ise tabiblerdir. Eczacı malzeme tedarikçisi olarak gerekli her eczayı tedarik eder ve tabibin verdiği reçeteye göre ilaçları hazırlar. Eczayı değişik terkiplerle hastalıkların tedavisinde kullanmak ise tabibin işidir. Tabib eczacıdan ayrı olarak eczanın etkin maddelerinin neye yaradığını da bilir ve reçeteyi ona göre yazar. Aynen bunun gibi hadis ve tefsir ilmi bize şecere-i tayyibemize hayat vermekte olan vahye dayalı “ilim”i tesbit edecek, onu bir medeniyetin esası olan bilim haline getirmek ise fakihin işidir.
Medeniyetimizin bir fıkıh medeniyeti oluşu, bu anlayışın ve iş bölümünün sonucu olmuştur.
Şimdi zaman değişti. Eczacılar artık her şeyi bilir oldu. Onlar, hastalara doktorlardan daha çok ilaç verir oldular.
Tefsir ve Hadis de öyle. Onlar da artık malzeme tedarikçisi olmayı kendileri için yeterli görmediler ve hepsi fıkıh yapar oldular.
Bu bir iddiadır. İspatı için hadis ve tefsir alanında yaptırılan tezlerin adlarına bakmak kâfidir.
Garibce ama, öyle!
Biz zannımca, şecere-i tayyibeyi bir bütün olarak anlama, yorumlama ve başka iklimlerde de yetiştirme  çabası olması gereken fıkhı, fıkh-ı zahire indirgemekle kaybettik. Ancak zihinde bir varlık olarak bölünebilecek olan boyutları gerçeklikte de ayrı gayrı imiş gibi ele aldık ve fıkhımız iman temeline bina edilmiş ve ahlaki semereler veren ahkam oluşturma entelektüel çabası olmaktan çıktı. Hal böyle olunca da fıkıh sanılan somut kurallar ilminin  okunması bile fizik, coğrafya okumadan pek farklı olmadı. İmam Gazalî’nin Ruhunu kaybetmiş din ilimlerinin yeniden hayata döndürülmesi anlamındaki  İhyâu ulûmi’d-dîn adlı kitabını yazma mecburiyetini hissetmesi belki de bu gerçekliğin kendisinde uyandırdığı düşüncenin bir sonucu idi.
Fıkıh, “kervan yolda düzülür” fehvasıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) örnekliğinde yola çıkmış kutlu yürüyüşün zamanla ardından gelenlerin de katkısıyla bir sisteme dönüştüğü sürecin adıdır ve bu süreç devam etmektedir. Yatağını bulmuş bir ırmağın sessiz sedasız akışı gibi, istikrar içinde ama sürekli taze ve kendisini yenileyen, içindekilere ve etrafındakilere hayat veren bir mahiyettir/ öyle olmak zorundadır. Durduğu ve donduğu anda, beraberinde hayatı da durdurmanın/ dondurmanın imkanı olmayacağı için ister istemez kendisini hayatın dışına itilmiş bir halde bulacaktır. Vakıa da biraz budur.
İmdi biz ve bizden sonra gelecekler bu süreci sürdürmeye var mıyız?
Yoksa hayatın dışına itilmiş tarihi bir olgunun hatıraları ile avunacak mıyız?

Dua ile!
13.09.2017

GARİBCE 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...