16 Eylül 2017 Cumartesi

Sen ârif olanda kavaktan da alırsın dersi kabaktan da!




Kavaktan öte yol gidermiş. Nasıl bir yol? Nereye gider? Şimdiye dek öğrenebilmiş değilim. Ama madem atalar söylemiş illa ki vardır bir hikmeti.
Hem bunları ehli tecrübeye sormak lazım.
Dün cuma sonrası "Hadis" sofrasında Emekli Diyanet İşleri Reislerimizden (Vekil) saygılı Lütfi Doğan hocamızdan oğlu Yahya Doğan, babasının da bulunduğu mecliste “Babam hep şöyle derdi” dedi ve ekledi:
"Her şey akla muhtaçtır. Akıl da tecrübeye!"
Aklın bile muhtaç olduğu bir değer demek ki tecrübe.
Biz tecrübe etmedik diye, âlemi kendimizden ibaret sanmamak ve “El elden üstündür!”  fehvasınca hemen herkesin kendine göre bir tecrübesi olabileceğini dikkate alarak istifadeye çalışmak ârif işi olmalıdır.
Kabağa gelince, hakkında çok güzelleme dinlemişizdir. Peygamber yemeği olmak da artısı galiba.
Kavakla ilişkisi hakkında şöyle bir hikâye anlatılır:
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ey ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini, yapraklarını sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak. Çünkü ben kavağım sen se kabak.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
Ayyy! Güzelmiş hakikaten.
Nice insan için alabilse eğer ders olacak ibretler taşıyor.
Bre kabak! İlla ki kavakla boy ölçüşmeye mecbur mu idin? Ne güzel kabaktın, kabak kalaydın da böyle kabak tadı vermeyeydin. Sen ki taze teveğinden, hele de dölsüz çiçeklerinden bol sumaklı dolma yaparlardı da ne güzel bir nimet olarak sofralarımızı süslerdin. Çeşit çeşit, renk renk, desen desen kabaklar verdin, bize ikramda bulundun. Denizden sahile atılmış peygamberi o enli yapraklarınla gölgelemiştin. Tevek saplarından çocuk iken borazan yapardık. Urkların dikenli yüzeyini bıçağın arkasıyla temizler ve onlarla kabaklarından o küçük çocukların engin hayal gücüne göre nice oyuncaklar yapardık. Hele ben çarkı ile, dönen taşı ile bayağı dink (seten) yapardım ve su ile döndürürdüm, ne güzelliklerdi onlar. Sen kabaktın ve kabak olarak bizim dünyamızda hoş bir yerin vardı.
Kavakla boy ölçüşmek de nesi!? Yahu bir kere senin boyuna imrendiğin kavak eninde sonunda kereste olacak, o da sencileyin varlık amacına uygun bir işlev görecek. Ne gam, ne keder!
Her şey kendi yerinde özel, kendi doğasında güzel değil mi?
Hem korkma öleceğim diye. Senin o ürün olarak verdiğin ve benim dahi yetiştirmek için çabaladığım kabakların var ya onların her birinin içinde, neslini sürdürecek nice tohumların/ çekirdeklerin var.
Yediden yetmişe herkesin bahusus elli yaş üstü bizlerin hem şifasısın hem keyfisin.
Her gelen baharla yine yeşerecek, yine boy atacaksın. Yine kabak olup kabak vereceksin. Ebter değilsin. Daha ne istersin!
İşte böyle! Arif olan anlarmış. Sözün tamamını söylemek de zaitmiş.

Dua ile!
16.09.2017
GARİBCE 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...