23 Aralık 2017 Cumartesi

Mirasın tozunu attırmak mı tozunu almak mı?



Malum Fakültemizde yıllardır sürmekte olan inşaat var. İmam Ebu Hanife binası sağlamlaştırma sonrasında yeni açıldığında kura sonucu bana harika bir oda düşmüştü. İki odanın birleştirilmesinden meydana gelmiş, güney cephede müthiş bir oda. Sonra döşememizde yenilenmiş, masamız, sandalyelerimiz hep birinci sınıf, kocaman da bir halı ayağımızın altına serilmişti. İlim adamlarına helal olsundu.
Sonra yıkım başladı. Oradan oraya, oradan oraya göçtük derken şu anda bulunduğumuz odada karar kıldık. Kimi zaman beş kişi birlikte oturduk. Doldur boşalt işlevi gören, sınıftan bozma koca bir oda. Güzel aslında. Ne ki yaz kış hiç güneş almıyor, koca odanın küçücük de bir penceresi var. Kitapların kahir ekseriyeti kolilere tıkılmış ve depoda terkedilmiş vaziyette. Zaten kitaplara da eskisi gibi fazla ihtiyaç yok. Daha çok psikolojik etkisi var gibi sanki.
Ben vaktiyle İslami İlimler Fakültesi’nde iken ilk yıllarda Hilmi Merttürkmen hocanın evine gitmiştim. Hoca evinde İngilizce dersi veriyordu. Kapının hemen girişinin içerden sağında tek bir çelik kitaplık vardı. Hepsi de renkli, takım kitaplarla dolu idi. O kitaplığın benim üzerimde o kadar büyük bir etkisi olmuştu ki. Kitap ve ilme karşı bizde bir tutkunun oluşmasında sanırım o görüntünün etkisi büyüktü.
Şimdi hatırlıyorum da keşke benim de arkamı dayayacağım öyle bir görüntü olsa. Kitaplarım raflarda yeniden yerini alsa.
Mahkeme kadıya mülk değil. Dünya zaten böyle bir şey. Bazen öyle bazen böyle. Ve tilke’l-eyyâmu nüdâvilühâ beyne’n-nâs…
Şimdi biz kitaplardan boşalan boşluğu kabak tutkusuyla doldurmaya çalışıyoruz, iyi mi?
Talebeler soruyor: “Hocam bu kabaklar neyin nesi?”
Diyorum “Tutkunun sesi!” “Bir sebebi yok mu?” Diyorlar. Diyorum “Sevmek için illa bir sebep mi gerekir. Gönüldür bu, haka konar kabaka da? Hem sen Garibce misin ki kabağın sevdasından anlayasın.” Sonra diyorum “Bak sade kabak değil ki, sepetlere bak bir sürü daha  başka şeyler var: Hindistan cevizleri, Handel, Dum, Mango çekirdeği, şeftali, kayısı ve erik çekirdekleri, çedene ve çıtımık tohumları ve daha ismini bilmediğim bir takım meyve çekirdekleri… Peki, söyle bakalım bütün bunların ortak noktası nedir?” “Hayat!” diyorum. “Hayat!  Bak kulağına tut ve salla, ne var. İçinden sana mesaj var. Duydun mu çekirdeklerin sesini? İşte o çekirdektir ki her biri yeni bir hayata gebe… Belki ben de işte o yeni hayatlara aşığım, belki bir nüveden yeni bir dünyaya evrilmeye teşneyim, minnacık bir çekirdeğin koca bir ağacı nasıl içinde sakladığına hayranım… İşte bu şaşkınlığımdır ki benim aklımı başımdan alıp beni o gördüğün kabak misillü nesnelere hayran etmiştir.
Laf gene uzadı. Asıl sadede gelelim. İmdi masamın altında her gün üzerinde oturduğum halım var idi ya, işte o halı gene aynen duruyor. Eskimesi falan da yok. Fakat albenisi derseniz hiç kalmamış. Yolların biraz da inşaata sebep çamuru, kiri, pası hep üzerinde toplanmış sanki. Hanımların eline bir geçse ya bir araba sopa yer. O kadar yani.
Temizlik elemanları arada bir odaya giriyorlar, sözde temizlik de yapıyorlar. Ama hangisini temizlesinler. Çöpleri almaları bile bir lütuf. Neyse bu halıyı temizlemeyi aklıma koydum. Bir tane küçük elektrik süpürgesi aldım. Ve onunla başladım süpürmeye. Aman Allah’ım! Bir toz bir toz, deme gitsin. Halı halı olmaktan çıkmış, keçeleşmiş.
Oldu mu? Olmadı tabii! Gene olmadı. Evden daha büyük süpürge götürüp, onunla da uğraşacağım.
İmdi bu halı evlerimizde olsaydı. Ne olurdu? En köktenci çözüm, kaldırıp atmak olurdu ve bunun çok da masum izahı olurdu. Bu kadar pisliğe tahammül etmek akıl işi değildi. Hem kaç sene olmuş, çoktan kullanım miadını da doldurmuş, yenilenmeli idi. Komşular bizimkinin üstüne kaç halı yenilemişlerdi?!
İkincisi hanımlar bunu ellerine alırlar, balkondan salındırırlar, ellerine de alırlar kızılcık kirazından hususi kesilmiş sopalarını vur Allah’ım vur! Vur Allah’ım Vur!
Bazen halı elden kurtulur, aşağıda zemine çakılır.
Bu yolla halı adeta içinde ne var ne yok kusturulur ve yediği adam akıllı sopa ile hizaya getirilirdi. Tabii bazen sopanın ölçüsü kaçırılır ve halının belki de tam ortasından paralanmasına sebebiyet verilirdi.  Nitekim laf aramızda bizim evde pek kullanılmayan bir halı var ve tam ortasında yirmi santim kadar düz çizgi halinde yırtık var. Halıya birkaç kez söyledim, ne oldu sana diye, ser verdi sır vermedi. O da öğrenmişti işi belli ki!
Bir de tabii yıkama yolu var. Eğer halı malzeme ve boya itibari ile kaliteli ise yıkama yolu ile  belki de en güzel şekilde temizlenebilirdi.
İmdi bu halı örneği üzerinden tevarüs ettiğimiz mirasa bakalım. Vaktiyle o ter ü tazeliğinden eser kalmamış, albenisi gitmiş, kirlenmiş, paslanmış, saçaklanmış…
At gitsin…
Atamam, çünkü benim varlığım bu miras içinde anlamlı.
O zaman adam akıllı döv. Döveyim de yazık değil mi, o güzelim ahenkten eser kalır mı? Hem paralanır, param parça olmaz mı?
O zaman tozunu al! Elektrik süpürgesi toz almada bire bir. Sen de otur, düşün, aklını –hala başında duruyorsa eğer- çalıştır, yol bul, yordam bul, yöntem geliştir, ne et et, bu mirasın tozunu al. Sakın tozunu attırma, sadece tozunu al.
İşte o zaman onun albenisi yeniden kendine gelecek ve içinde huzurlu bir hayat yaşamanız mümkün olacaktır. Müslümanlar olarak bizim başka bir iklimde, başkalarının yurdunda, başka medeniyetlere taşınarak sığıntı halde yaşamamıza imkan yoktur. Bunu bil vesselam.
Geçenlerde Cem Boyner’e isnat edilen bir yazı paylaşılıyordu. Ulusal kaygı ile de olsa onu sen de oku istersen. Ahanda dipnota[1] da koydum.
Dua ile!
23.12.2017
GARİBCE






[1] Cem Boyner'in şirketlerine yolladığı yazı:

Herkeste bir gitme arzusu. Dolar uçuşa geçmiş, başkanlık tartışmaları canını sıkıyor, sınırımızda savaş, içeride terör belası, biliyorum...
Ama nereye gideceksin ki zaten?

Memleketin içinde debeleneceksen, git. Şehirden sıkıldıysan, trafikteki kornalar ruhunda çalıyorsa, asansördeki selamsız adam yüzüne bön bön bakıyorsa, damızlık bir tip omuz atıp geçiyorsa sokakta, masandaki dosyalar çalıştığın plazanın maketi gibi yükseliyorsa önünde, yürüyen bantta gibi hissediyorsan hayatta kendini; git.

Küçük bir kasabaya git, yerleş. Küçül, kalabalıktan uzaklaş, ruhunu temizle. Ama sıkılırsan, gel.
*
Artık Amerika’yı falan unut bir kere. Bu seçimden sonra oraya gidip anca beyaz Amerikalıların çimlerini biçersin. Amerikalılar Kanada’ya kapağı atmak için başvuru sitelerini çökertiyorlar yoğunluktan, senin orada ne işin var?

Meksikalılar, Kübalılar, El Salvadorlular, Porto Rikolular işgal etmiş zaten memleketi. İngilizcen yetmez, İspanyolcayı ana dil yapman lazım. Hintliler, Çinliler neredeyse bir Avrupa ülkesi kadar kalabalıklar. Sen işini gücünü bırakacaksın da, Amerika’ya yerleşeceksin cıbıl cıbıl. Kendine Türk arkadaş arayacaksın. Sonra sorgulayacaksın kendini, bu arkadaşımla Türkiye’de olsak arkadaşlık eder miyim?
*
Almanya’ya da gitme mesela. Büyük şişersin. Saat dokuz dedin mi sokakta adam bulamazsın. Oranın düzeni bizim insanı ruh hastası yapar. Karınca gibi planlı, düzenli, analitik olamazsın sen. İllaki kaytarmak isteyeceksin, bir kısa yol bulmaya çalışacaksın hayatta. Almanya’da yemez bunlar. Burada Almancı, Almanya’da yabancı olacaksın. Kapını bir kez çalmayacak hiç bir Alman komşun. Anca fazlaca gürültü yaparsan ‘Polizei’ gelecek kapına, ona dert anlatacaksın.
*
Uzak yerlere gitme. Avusturalya misal. Ya da dünyanın en yaşanılası yeri falan diye Yeni Zelanda’yı hedefleme. Arkanda kimse bırakmadın mı? Birine bir şey olsa, dönüp gelemezsin. Dünyanın bir ucu dedikleri yer oralar işte. Çok medeniymiş, çok mutluymuş insanlar. Evet öyle. Ama sen onlardan değilsin ki? Yanında kafanı da alıp götürdüğün için, Sydney’de bir kafede mutlu mutlu oturup ilkokul arkadaşın Samet’in Facebook sayfasına bakacaksın.
*
Çok soğuk yerlere de gitme. Herkesin medeniyet rüyası Kanada’ya sakın gitme mesela. Tam on bir yıl orada kalıp dönen arkadaşıma ‘neden döndün oğlum, manyak mısın?’ deyince, on bir yılını şöyle özetlediydi: ‘çok soğuk oğlum!’

Soğuk yere alışamazsın sen. Bizim bünyeler güneş ister. Bazen günün ortasında felekten bir saat çalıp, güneşin alnında malak gibi duralamak ister bizim bedenler. Bir de çay oldu mu yanında. Hele bir de senin gibi işsiz güçsüz bir dost, ömre bedel...

Kapının önündeki 3 ton karı küremezsin sen Kanada’da. Ellerin plaza eli, bedenin Akdeniz bedeni. Birine yaptırayım desen, Türkiye’deki Genel Müdür maaşını isterler. Sinirlenip kürek takımı alırsın, iki kürer, sonra bakakalırsın.
*
Çok medeni, mekanik Avrupa’da bir yer seçme Almanya dışında da. Irkçılık almış başını gidiyor. Birinci sınıf vatandaş olamayacağın bir memlekette nasıl huzur bulacaksın? Kara kafalar diyorlar bizim gibilere İskandinav dostlar, bilir misin?

- Ben çipil sarışınım arkadaş, kendimi aryan ırk arasına yediririm,

- Gider orada bir Türk mahallesine yerleşirim, Brüksel’de Burdurlular Kahvehanesinde takılırım,

- Biz zaten İtalyan’a benziyoruz milletçe, aralarına karıştım mı kimse anlamaz, gibilerinden bir diyeceğin varsa sen bilirsin.

Ama gittiğin yerde hep yabancı kalacaksın, unutma. Türk kahvesinde bir Euro’ya içtiğin ince belli çay bile hasret kokacak.
*
İngiltere’yi hiç düşünme. Çünkü İngiltere deyince Londra’yı düşlüyorsun biliyorum. Gofret kolisinden hallice bir apartman dairesine, Türkiye’deki yıllık maaşının yarısını vereceksin bir ayda. O da Londra’nın merkezinde falan değil ha, trene binip şehre gideceğin mesafede. Hesabını baştan yap. Londra’nın merkezinde oturman için ya bir prensle evleneceksin, ya da Chelsea’de top oynayacaksın. İkisi için de geç değil dersen, bilemem. Bence para biriktireceğine antrenmanlara başla, daha büyük bir olasılık var.

Sürekli yağan yağmurunu, hep kapalı havasını saymıyorum. Bizi bozar. Sütlü çayını içer, içinden bir Ege türküsü söylersin.

Londra dışını hiç düşünme sakın. Adanın diğer bölgelerinde misal bir pub’a girsen gece yanlışlıkla, kırmızı burunlu holigan abilerin bakışlarından öyle tırsarsın ki, bırak İngiltere’de kalmayı, Çorum Sungurlu’daki halanın evine yerleşmeyi tercih edersin.
*
Sayacak yer de çok, her birine takacağım kulp da.

Aslında demek istediğim şu:

Gitmeyin güzel insanlar, biz kardeşiz. Gittiniz mi birbirimizi özleriz. Yılda bir gelinen tatille falan da geçmez hasretimiz.

2 yorum:

  1. 25.04.2022 Yıllar geçti. Bütün binalarımız yenilendi. Şu anda çok güzel bir odam da var. Güneş alıyor ve pencerenin önünde çiçeklerim coşuyor, rengarenk baharı soluyor.
    Lakin bu kez de ben artık Fakültemde son aylarımı yaşıyorum.
    Mahkeme kadıya mülk değilmiş diye yazmıştım.
    Şimdi ise aynı şeyi gene söylüyorum. Gerçekten mahkeme kadıya mülk değilmiş.

    YanıtlaSil
  2. Ve ben bugün itibariyle emekli bir öğretim üyesi oluyorum.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...