25 Mart 2018 Pazar

Asr-ı saadetimiz ufukta bir ideal olmalı!



Asr-ı saadet geçmişte yaşanmış bir zaman dilimi mi yoksa oradan çıkarılmış ve insanlığın ufkuna konulmuş, onları geriye götürecek olan değil, aksine geleceğe taşıyacak olan bir ideal mi?
Garibce onu bir ideal olarak görüyor. Olguları aynı zamanda olması gereken görmüyor. Olandan olması gerekeni çıkarmanın ulemanın sorumluluğunda olduğuna inanıyor. Lakin günümüzün gerçeği o ki, sözde ulema bizi dibe çekiyor. Asr-ı saadeti geçmişte yaşamak gibi sunuyor. Sonuçta hayat alıp başını gidiyor. Dindarlık avucumuzda kor gibi canımızı yakıyor.
“el-İslâm ya’lû ve lâ yu’lâ aleyh” (İslam yücedir, artıdır, kazandırır, tersi olmaz) iken kaybettiren oluyor.
Buna sebep insanlar da birer birer değil topyekûn elimizden kaçıyor, altımızdan zemin kayıyor. Tutunduğumuz dallar birer birer elimize geliyor.
Kaçanlar kim? Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler, Fatmalar. Yani bizim öz çocuklarımız.
Sözde davetçiler İslam adına çığırganlık yapıyor.
Çığırganlıkları insanları sadece ürkütmeye yarıyor.
Sevdirmiyor, nefret ettiriyor. Müjdelemiyor, korkutuyor. Ünsiyet kurmadığı insanlardan yakınlık bekliyor, onlara dilleriyle hitap etmiyor ve nabızlarını tutmuyor. Onları nelerin heyecanlandırıp nelerin bıkkınlığa sebep olabileceğini hesaba katmıyor. Zamanın ruhunu bilmiyor.
Diğer taraftan dindarlık adına bir sevap manyaklığı almış başını gidiyor.
Sülalesine yetecek kadar sevabı bir kandil, olmadı bir umre garanti ediyor.
Bir kandil demek şöyle faturaya yansımayacak türden 100 mesaj olsa, Allah en az bire on verir, eder bin sevap, onların da her biri yüz kişiye göndermiş olsa, onların sevabı eksilmeden onlarınki kadar size de yazılır, bire on hesabından eder bir milyon sevap. Allah bu, bire yedi yüz de verir. Etti milyarlarla sevap… Cennette ne kadar huri gılman varsa istediği kadar alsın artık…
Buna mukabil eline, beline, diline sahip olmak Müslümanlığı zor geliyor.
Diğerkâmlığı bilmiyor.
Kıldan ince kılıçtan keskince cehennem üzerine atılmış sırat köprüsünü eteğine yapıştığı şeyhinin şefaati ile şimşek gibi geçiyor.
Sırat-ı müstakîm’in bir ömür “Allah deyip dosdoğru olmak” olduğunu bilmiyor; özünde doğru, sözünde doğru, işinde doğru bir Müslümanlık bize uymuyor/ ya da bizi kesmiyor, daha doğrusu işimize gelmiyor.
Uçan, kaçan, aklı çamura saplanan ya da çöplüğe atan, ya da değeri azalmasın diye hep sıfır kilometrede emanette tutan bir İslamlık anlatılıyor.
Aşk, aşk deniyor, çilesi çekilesi, dirsek çürütülesi ilim ve ilim sahipleri aşağılanıyor.
Şeriat “kışr” edebiyatı ile tahkir ediliyor; ruhun bedene, özün kabuğa varlık yokluk bakımından muhtaç olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.
Buna mukabil şeriata sarılanlar da usul ile furûu, makasıd ve vesaili, zarf ile mazrufu, şart ile meşrutu aynı kefeye koyuyorlar. Hakîm olan bir Allah tasavvuru yerine Kâdir-i mutlak Ceberut bir Tanrı imajı veriliyor; sorgularsan sorgulanırsın deniyor ve insanlar mutlak itaate zorlanıyor. Zamanla hikmetli olan nice uygulamanın değişime uğrayıp hikmetini kaybedebileceği gerçeği göz ardı ediliyor. Yeni atılan betona sebep kimse basmasın diye nöbet çıkarılan bir yere günler, aylar hatta yıllar sonra da hala nöbet çıkarılması gibi anlamsızlıklar karşısında sorgulayan aklı mahkûm etmek ve böylece mutlak itaati öğretmek yolu yeğleniyor. Bizi felaha ancak mutlak itaatin götüreceği telkin ediliyor.
Her nassın belli bir bağlamı olacağı gerçekliği kale, her olgunun kendine özgü bir hükmü olacağı, olgu değişince ona yeni bir hüküm bulunması gerektiği gerçeği dikkate alınmıyor.
Kamu velayetlerinin birer emanet olduğu, din dilinde “Allah hakkı” demenin “kamu hakkı” demek olduğuna çoğu Müslümanın aklı basmıyor. Emanetlerin ehline verilmesinin dinle dindarlıkla ne alakası olabilir ki diye düşünüyor. Öyle ya o dünya işidir. İşi, iş bilene vermek gerekir, diyor.
Cennetini de cehennemini de bizzat kendin dünyada kazanırsın, anlayışı köhne kalıyor.
“İbnü’l-vakt” olarak şimdi işini bilme ve köşe dönme zamanı, diyor. “Halı, kilim, yolluk” zikri yerini “Kasa, masa, nisa”ya devrediyor.
Bunca değişimin ardından artık sen de boşa kaygı etme günahı. Elbet vardır sıfırlamanın bir imkânı. Olmadı Zamzam Tower’de Ka’be ayağının altında, bir elinde buz gibi kola, öbüründe zikirmatik, namaz mı bire yüz binlik, kaygın işte çıktı boşa, girdi her şey yola.
Hele bir de ettin mi dua ağlamaklı, Allah’tan olursun gayrı alacaklı…
Cümle âlem şahidim olsun Garibce olarak benim böyle bir Müslümanlıkla alakam yoktur.
Benim inandığım ve dilim döndüğünce çağırdığım Müslümanlık hem zordur hem kolaydır.
Kolaydır çünkü doğana uygundur.
Zordur, çünkü bir hayat boyudur.
Varlık âleminde alan ayrımı yoktur.
Özeli Allah’ın, kamusu Tağutların değildir.
Ne kadar âlem varsa hepsinin Rabbi O’dur.
el-Halk’ın da el-Emr’in de Rabbi O’dur.
Ne ki seni çağırdığı şey, özündeki değerlerdir.
Vazifen onları ortaya çıkarıp, işlemendir.
Özünde yatkın olan senin, yetkinliğe evrilmendir.
O yetkinlikle tüm yeryüzüne vaziyet etmendir.
Ve bu ta Elest Bezmi’nde senin boynuna binen emanettir.
İster hıyanet eyle. İster gerçekleştirmek için gayret eyle.
İster zulümle cehenneme çevir, cenneti kendine haram eyle.
İster adaletle doldur abad eyle.
Önünde iki yol.
Hangisini seçersen karşılığı belli.
Özgürlüğün de işte budur besbelli.
İnsanlıktan çıkma şansın yok, bunu bilesin.
Koskoca dünya sahnesinde başrolde oyuncusun; ya iyi oynarsın seyircilerinden alkışı hak edersin, ya kötü oynarsın yuhalanırsın.
Ama asıl sorgucun hep perde arkasında olacak, bilmelisin.
Sonuçta her şey kendi elinde:
Hem cennetin, hem cehennemin.
İsterim ki Cennet senin olsun!
Dua ile!
25.03.2018
GARİBCE



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...