23 Ekim 2014 Perşembe

Nuri Babalarla muhabbet!


Allah yatırmasın!
Yatırıp kapılara baktırmasın!
Elim gözüm, oğlum kızım dedirtmesin…!
Nuri Baba (Y. İslam Enstitüsü’nün eski müdürlerinden) memleketten dönmüş, dükkan önünde muhabbetler başlamış gibi.
Ben de bugün geçerken bir uğradım. Geçerken dediğime de bakmayın. Kasd-ı mahsusla vardım. Tüp üstünde demlenen çayın tadı her yerde bulunmaz. Sofra da Halk ekmeğin kepekli ekmeğinden bir dilim ve az bir peynir, iri taneli  birkaç tane sele zeytin… Ve tam kıvamında demli çay… İster istemez bizi de cezbediyor.
Aslına bakarsanız benim oraya takılmamın asıl sebebi Nuri babanın kendine has üslubu ve muhabbeti.
Nurettin Bayburtlugil hocamız da onun adeta gölgesi. Nuri Babanın Niğde’den dönmesi herhalde en çok onu sevindirmiştir.
Her ikisi de emekli ve yaşları da fazla değil, olsa olsa bizden birkaç tane on yıl fazla olmalı. Dükkancılık oynamak onlar için bir meşgale ve daha da çok o bahane ile  bir sohbet ortamı oluşturma gibi.
Bugünkü sohbete baktım da hep akranları ile ilgiliydi. Belli ki çoğu göçmüş ve bir çoğu da ya yoğun bakımda, ya yatalak bakıma muhtaç.
Bir yakınından bahsetti 84 yaşındaki annesi 64 yaşındaki oğluna bakıyormuş ve yıllarca bu böyle imiş.
Aker’e düşkünlüğünde bir kadın bakıyormuş ve cenazesine yetişememiş.
Bir başka yakınları şöyle imiş böyle imiş.
Bir diğeri artık düşe düşe yoğun bakıma kadar düşmüş.
Bunları anlatıyor. Babasının yarasına kösnü (köstebek) toprağı basan sözde ocak “sidikli karı”dan söz ediyor ve bu yaranın içine doldurulan toprağa sebep yaranın kudurduğundan ve babasının buna sebep ayakta göç ettiğinden bahsediyor. Belli baba sağlam toprak doksanların üstünde bir ömür sürmüş. Hocamızın da fizik görüntüsü babasına benzerlik arz ediyor. Kendisine hayırlı uzun ömürler diliyorum.
Bu arada yalnız kalan arkadaşına takılıyor ve  onu hep kaygı ettiğinden dem vuruyor.
Oğlu kızı gel diyorlarmış. O ise gitmek istemiyor. “Ne ben rahat edebilirim ne de onlar rahat eder” diyor. “Düşünce giderim” diyor, onlar ise “Düşmeden gel!” diye ısrar ediyorlar.
Muhabbet bu minval üzere devam ediyor.
Her ikisinin ortak duası da şöyle oluyor:
Allah yatırmasın!
Yatırıp kapılara baktırmasın!
Elim gözüm, oğlum kızım dedirtmesin…!
Erzel-i ömre düşmekten, düşkünlükten, bunaklıktan, atehlikten Allah’a sığınırız…
Yaşarsan bu böyle diyorlar. İlla ki yaşlanacaksın ve ihtiyarlayacak güçten kuvvetten düşeceksin…
Hocaların akranları ile ilgili anlattıklarını dinlerken düşünüyorum ve ölüm bazen ne kadar güzel gözüküyor diye içimden geçiriyorum.
Köye gidince saman muhabbetine doyardık.
Demek başka türden muhabbetlerde var.
Biraz da gençlerin yanına gitmeli… Bakalım onların muhabbetleri neli. Dertleri ne ki!
İş mi, aş mı, eş mi!
Anlaşılan o ki dünya hayatında asudelik yok. Her çağın kendine göre güzellikleri de var. Sıkıntıları da.
Haseki’de iken Ahmet Atsay diye bir arkadaşım (ağabeyim) vardı, bize göre epey bir gün görmüş biriydi. Zaten kafasının dazlaklığından içinin maden dolu olduğu belliydi. Tam tepesindeki tek tüyün antenlik vazifesi gördüğünü söylerdi. İşte o derdi ki:
Her şey geçerken güzel.
Çocukluk öyle, gençlik öyle, olgunluk çağı öyle…. Bunları artık biz de tecrübe ile biliyoruz. İhtiyarlık da öyledir zahir.
Allah cümlemize hayırlı ömürler versin. Sağlık, sıhhat, afiyet versin. Rızkımızı helalinden bol ve kolay etsin.
Elden ayaktan düşürüp yatırmasın!
Yatırıp kapılara baktırmasın!
Elim gözüm, oğlum kızım dedirtmesin…!
Dua ile!
23.10.2014
GARİBCE 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...