1 Mart 2015 Pazar

Hüsn-i hâtime nasıl ola ki?!

 

Vaktiyle Hüseyin agam müftü iken Göksun’da tanışmış olduğumuz arkadaşı Cemal Nar hoca bugün Feys’te çok güzel bir hikâye yayınlamış. Önce onu bir okuyalım derim:

Müthiş Bir Yaşanmış Hikâye: Hz. Azrail'in Güzelliği

Onk. Dr. Halûk Nurbaki'den gerçek bir hatıra..
Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkânı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm.
Ancak Serap’ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan
Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim.
Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.
Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:
--''Doktor Bey,'' dedi. ''Ben size... dargınım!''
-- ''Niçin?" diye sordum.
--"Siz... dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. Onu üzmemeye çalışarak:
--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."
Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yani sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla mezcediyor ve arada bir soru soruyordu.
Vefatına bir hafta kala:
--"Doktor bey'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"
--"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı fark edince ‘Muhammed’ (s.a.v) sana yeter."
O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve onu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim.
Dönüşümde annesi telefon ederek:
--"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." Dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor."
Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.
-"Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste ‘Muhammed’ diyemezsem?!”
İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç âdetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap’ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair bir işaret sezdim.
Ertesi gün ona:
--"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin."
Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:
--"Doktor bey... Azrail bana nasıl görünecek?"
--"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."
Salı günü Serap’ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:
-“Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve ‘yataktan kalkması imkânsız’ denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
--"Doktor Bey’e söyleyin, dedi. Azrail, onun söylediğinden de güzelmiş!”.
Tüm inanan müslüman kardeşlerimize ve şuan bu yazıyı okuyan bütün kardeşlerimize, RABBİM son nefeslerinde Kelime-i Şehadet getirmeyi nasip etsin. (Amin)
Hikâye böyle ve hakikaten güzelmiş.
Ve de özelmiş. Yaşanmış bir tecrübeymiş.
Bu yazıyı okuyunca içime hüsn-i hâtime acaba nasıl bir şey diye bir soru doğdu.
Şimdi biz bu Esma hanıma üzülmeli miydik? Genç yaşta yetişmiş bir iş kadını ölmüştü sonuçta.
Yoksa sevinmeli miydik, onun böyle güzel bir ölümle aramızdan ayrıldığına.
Bugün Salih Tuğ hocam da Garibce’nin kendi köyünde kullanılmakta olan  sözcükleri derleme amaçlı yazdığı dörtlüğe bir not düşmüş:
Dörtlük şöyle:
Yunak yurduk kurup gazanı
Derede avlardık sazanı
Teneşir paklar imiş derler
Hep kırkından sonra azanı
Hocanın notu:
"Annemden duymuştum 'n'oldum deme n'olacağım de!' Aman garibim!”
Hocanın bu sözü şefkat ve esirgeyicilikle kendimi bürüdü gibi hissettim. Evet gerçekten aman hem de el-aman!
Şimdi aklıma düştü de babam rahmetli abdest alırken boynunu mesh ettiği sırada “eleman Allah eleman ya rabbi!” derdi. Demek ki “el-Aman!”mış kastettiği.
Yaşımız bizim kırkı çoktan aştı ama Salih Hocamın annesinin ve  belki de bütün büyüklerimizden bizim de duyduğumuz gibi "n'oldum dememek n'olacağım demek!" lazım.
Okuyucularımızın da hatırlayacağı gibi hocalarımız her vesile ile yaptıkları duaların ardında illa ki “ve husne’l-hâtime” diye bitirirler; “güzel bir son!” ile şehadet okuyarak, Rabbim Allah diyerek dünyaya veda etmeyi dilerler.
İmdi gencecik yaşta  bedenen acı ve ıstırap dolu bir biçimde ama öbür taraftan ruhen imrenilesi güzel bir hatime!
Diğer taraftan uzunca bir ömür, ama n’olacaksın belli değil!
Allah’tan hayırlısını istemek lazım.
Eğer hayat sadece ed-Dünyâ’dan ibaret olsaydı –ki el-hayatu’d-dünyâ yakın olan, içinde elan bulunduğumuz hayat demektir- burada çekilen acı ve ıstırapları izahta gerçekten zorlanabilirdik. Ne ki hayatın bir de el-âhire’si var. el-Hayâtu’l-âhire sonraki hayat demektir. Dünya ve ahiret esas itibariyle hayatın sıfatlarıdır ancak kesret-i istimalden dolayı isim yerine kullanılır olmuşlardır.
Buna göre  hayat aynı hayat, birazı burada kalanı da orada.
Ucunda ahiret olan bir dünya hayatı her şeyi dengeliyor; acıları hafifletiyor, sabır ve tahammül gücümüzü artırıyor.
Bu elbette ki yaşamakta olduğumuz hayatta Sünnetullah’ın gereği şartları oluşturma, esbabı gözetme, mevanii (engelleri) defetme gibi üzerimize düşen sorumlulukları kaldırmıyor.
Ve Allah insanı ölsün diye bu dünyada yaşatmıyor. Ölüm akıbet ya da hatime oluyor.
Allâhümme innâ nes'elüke temâm'en-ni'me,
Ve devam e'l-âfiye,
Ve husn'el-hâtime!
Ya Rab! Nimetlerini tamam eyle
Sağlığımızı daim eyle
Hüsn-i hatime nasib eyle!
Âmin!

01.03.2015

GARİBCE

1 yorum:

  1. Hulya Ozcelik: Mükemmeldi hocam.

    Sacit Türker: Bu hikayeyi/hatırayı öğrencilerimize bir çok kere duygulanarak okumuşuzdur. Bu bizim ve herkesin hikayesi olduğu için de insana tesir edip hafızalarda kalıcı izler bırakıyor.
    Allah hayırlı bir hayat, güzel bir ölüm ve sevineceğimiz bir hesap nasip eylesin.
    Hürmetle...

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...