2 Aralık 2015 Çarşamba

Merhameti merhametle öldürüyorlar!


Allah’ın en özel ismi Rahman’dır ve hemen ardından Rahîm gelir. Sırf bu iki isim bile biz insanların yeterince merhametli olmasını gerekli kılar. Tabii biz insan olarak Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğumuz davasında isek. O’na halife oluşumuz en azından Allah Teâlâ’nın bütün esmasının biz insanlar üzerinden gerçekleşeceği anlamına gelir.
Allah’ın adl sıfatı gerçekleşecekse bizim elimizle gerçekleşecek; adaleti biz dağıtacağız.
Rezzak ismi bizim elimizle, settar ismi gene bizim elimizle olacak.
Kahhâr, müntakim gibi celal sıfatları da gene bizim elimizle tecelli edecek ve zalimlere, haddi aşanlara hadlerini bildirmek bir vazife olarak gene bizim uhdemizde olacak. Bu uğurda bir bedel ödenecekse biz ödeyeceğiz.
Yaptığı her işi Rahman ve Rahîm olan Allah adına yapmak durumunda olan biz neden artık yeterince merhametli ve şefkatli, esirgeyici ve bağışlayıcı değiliz. Duyargalarımız dumura uğramış gibi olup bitenler karşısında neden etkisiz ve tepkisiz haldeyiz.
İçimize birer cevher olarak yerleştirilmiş olan bu erdemler neden işlenmedi, aksine köreltildi ya da çarçur edilip yok edildi?
Bunda elbette ki bizim kendi potansiyelimizi tam olarak kullanamıyor oluşumuzun etkisi vardır ve belki de çok büyüktür. Ama bir de merhamet sömürüsü ile içimizdeki bu duyguların körelmesine hatta yok olmasına sebep de olunabiliyor.
İşte size bir hikâye:

İÇİMİZDEN KOPARILAN İYİLİK
Bugün vakıf genel kurul toplantısı vardı. Harabat ehlinden nice defineler saklı Ali Murat Daryal hoca birkaç hikâye anlattı. Bunlardan birini ben de sizinle paylaşayım istedim.
Bir Arap şeyhi uzun bir yolculuğa çıkmış. Azığını almış ve atıyla çöle dalmış. Bir vahaya varmış ve atından inmiş, elini yüzünü yıkamış, bir ağacın gölgesine oturmuş, hem biraz dinlenmek ve hem de karnını doyurmak istemiş. Bir de bakmış yaşlı bir adam, bir ağaca sırtını dayamış, iki büklüm oturuyor. Çaresizliği her halinden belli. Arap şeyhi azığını çıkarmış ve yemeden önce adama seslenmiş,
-Buyur bey amca, gel beraber karnımızı doyuralım, demiş. Yaşlı adam çok açmış tabiî. Buna rağmen:
-Yok evlat olur mu? Sen buyur? Benim senin azığında ne hakkım olabilir ki? Hem bir kişinin azığı iki kişiyi aç bırakır, demiş. Arap şeyhi:
-Bey amca, biz burada yiyelim, karnımızı doyuralım, sen orada aç kal, bu insanlığa sığar mı? Haydi gel buyur hele, demiş. Neyse ısrar üzerine yaşlı adam biraz da çekinerek gelmiş ve sofraya oturmuş, azığı beraberce yemişler. Arap şeyhi ihtiyar adamın da yolcu olduğunu öğrenince,
-O zaman buyur bey amca birlikte gidelim. Gel hele sen benim atıma bin, sen yaşlısın, bak yolculuk da seni iyice bitkin hale getirmiş, bu halde nasıl yürüyebileceksin. Bir süre sonra ben yorulduğum zaman da sen inersin, ben binerim, böyle böyle gideceğimiz yere varırız… demiş. Yaşlı adam gene mahcup bir vaziyette,
-Olmaz evladım, hiç olur mu. Senin bineğinde benim ne hakkım olabilir? Senin kendi atına binmen varken, hiç yaya yürümen olur mu? Sen bin ve beni kendi kaderime terk et, yolun açık olsun, demiş. Yiğit Arap şeyhi,
-Olur mu be bey amca, insanlık öldü mü, ben şimdi şu genç ve güçlü halimde atıma binip gideceğim, seni burada ıssız çölde bırakacağım, bu sıcakta bu yolu yaya katetmene razı olacağım, hiç olacak şey mi, insanlık öldü mü, mürüvvet nerede kaldı. Haydi, ısrarı bırak da ata bin demiş. Adam da binmiş.
Çöl sıcağı, güneş sanki tepelerine inmiş, beyinlerini kaynatıyor, yerden adeta yalım fışkırıyor, uzaklar serap gibi gözüküyormuş. Yaşlı adam önde, yiğit Arap şeyhi arkada düşmüşler yola, çok gitmeden adım adım araları açılmaya başlamış ve sonunda adam atı mahmuzlayarak dörtnala kaçmaya başlamış. Yiğit delikanlı bir süre arkasından koşmuşsa da kesilmiş kalmış ve iki eli yanına düşmüş, çaresiz bir halde durarak yaşlı adamın arkasından şöyle seslenmiş:
-Açtın, çölde azığımı seninle paylaştım. Yanmadım. Yorgun argın ve bitkindin atıma seni bindirdim. Şimdi ise sen atımı aldın kaçıyorsun. Bindiğin atım benim yanımda ne kadar değerliydi, onu sen bilemezsin. Ama ona da yanmadım. Şu çölde azıksız, bineksiz bıraktın beni, ölümün artık beni beklediğini biliyorum. Buna rağmen öleceğime, kurda kuşa yem olacağıma da yanmıyorum. Ama ey ihtiyar bil ki sen giderken, içimde ne kadar güzellik, ne kadar iyilik varsa hepsini söküp beraberinde götürüyorsun, işte ben buna yanıyorum.
İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayanlar bilir. Soğuk ve yağışlı kış günleri, bunaltıcı sıcaklıkta yaz günleri duraklarda bekleyen yığınlarla insanlar, kimi ıslanmış, kimi tir tir titriyor, kiminin elinde ıslanmamak için siper olarak kullanmaya çalıştığı telleri kopuk, yamuk ucuz şemsiyeler, kimi ısınmak için ellerine üflüyor, yerinde sayarak hareket ediyor…, yaz günleri sıcaktan kimi bayılıyor, kimi ayılıyor… manzara böyle iken, önlerinden saniye başına bomboş araçlar geçiyor ama hiç kimse orada bekleyenlere ilgi duymuyor, bekleyenler de zaten umut bağlamıyor.
Neden acaba? Hiç düşündük mü? İçimizde gerçekten iyilik namına ne varsa hepsi sökülüp atıldı mı? Yoksa üç beş kendini bilmez, kendilerine iyilik yapanlara sapladıkları bıçaklarla, sıktıkları kurşunlarla bütün insanlığın içindeki güzellikleri yok etmeyi başarabildiler mi dersiniz?
Eğer öyle olduysa vay insan olarak başımıza gelenlere!
(Mehmet ERDOĞAN Kırkambar Öykülerin Büyüsü, Gülhane Yayınları, II. Baskı, 2015, s.23-25)

Dua ile!
01.12.2015

GARİBCE 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...