27 Kasım 2013 Çarşamba

Ah be sehpa! Sen neler de söylermişsin!


Bugün geç saatte ikinci öğretime dersim var. Sabah 07.30’da fakülteye gelmiştim. Çalış, çalış yoruldum. Saat 18.00 gibi bizim sahanlığa çıktım. Kütüphane binamızın birinci katında, ortada bir boşluk var, katlar boyu ışığın gelmesi için herhalde. Etrafında düşmesinler diye korkuluk, korkuluk kenarlarında da sıra sıra dizilmiş çiçeklerim var.
Çiçekler güneş göremedikleri için pek canlı değiller. Yeterince emek ve sevgi de görmüyorlar. Biraz bana küskün gibi duruyorlar.  Belli ki diplerine çöp atanlara da çok kızgınlar. Eskiden sigaranın serbest olduğu zamanlarda birçoğu sigarasını çiçeklerin dibindeki toprağa söndürürdü. Bu tedbir anlaşılan çiçeklere de yaradı.
Kabe etrafında döner gibi korkulukların etrafında dairevi birkaç tur attım.
-Aaa o da ne?! Bir sehpa! Ama bu sehpa bizim sehpa. Yıllar önce eşyaların çok kıymetli olduğu bir dönemimizde bir heyecanla özel olarak ustasına yaptırdığımız ve yıllarca kullandığımız ve sonra eşyaların yenilenmesi sonucu hanımın atmak istediği ve benim kıyamayıp fakülteye getirdiğim bir sehpa. Ben de İmam Ebu Hanife binamızda kaldığım sürece onu  kullandım. Sonra orası yıkılınca gene atamadım, yeni yerimize onu da taşıdım. Fakat oda iyice kalabalıklaşınca geçen yıl onu dışarıya çıkardım. Epeydir de görmüyordum. Gezinirken bir anda gözüme ilişti ve içimde garip bir duygu hissettim.
“Allah! Allah!” dedim. “Sonuçta basit bir sehpa ama, bak benim gözümde ne kadar farkı gözüküyor. Acaba başkalarının gözünde de öyle mi?”
“Dur denemesini yapayım!” dedim. Bir kız öğrencimiz geldi, tanıdık bir yüzdü. Çağırdım, “Gel bak bakalım, ne görüyorsun?” dedim. “Neye hocam!” dedi.
“Özelikle şu sehpaya!” dedim. Baktı baktı, “Çöplük gibi!” dedi. Haliyle eskiydi ve üzerinde de buruşturulup atılmış iki adet kağıt parçası vardı. “Yok!” dedim, “iyi bak, başka bir şey görebiliyor musun! Ya da sende bir şeyler uyandırıyor mu?!”
“Yook!” dedi.
“Haklısın”, dedim, “sonuçta basit ve eski bir sehpa. Ne tarihi değeri var ne de sanat eseri özelliği!”.
Biraz sonra bir erkek öğrenci geldi ve “Gel hele, bak bakalım şu sehpaya ne göreceksin!” dedim. O da baktı baktı, bir şey göremediğini söyledi. Sonra üzerindeki dalgalı desenlere baktı “Şurada bir bıyık gibi bir şey var sanki!” dedi. “Bu günlerde dinler tarihi ile ilgileniyorum, onun etkisiyle belki öyle sandım” diye ekledi.
Anladım ki, bizim sehpanın duygusal değeri sadece benim gözümde.
Ceylan yavrusu annesinin gözünde dünyalar tatlısı, aslanın gözünde bir gıdımlık sabah kahvaltısı!
Şimdi buradan bakınca adamın kırk yılık tarikatının, derneğinin, partisinin değerini sen söyle. Sevgili Abdullah Köşe ağabey, Altunizade Camii’nde imamlık yaparken adamın birine tarikatlarla ilgili bir iki saat konuşmuş. Adam Abdullah Hocayı çok seviyor ve onun söylediklerinin aklına yattığını da anlıyor. Ama neylesin ki Hocanın konuştuğu tarikat ile kırk yıllık gönül bağı var. Adam sonunda  “Bak hocam, seni çok severim, dediklerin de doğru, aklıma yatmadı değil. Fakat senin bu bir saatlik konuşmana sebep kırk yıllık tarikatımdan vazgeçemem!” der.
Öyle kolay mı sanırsınız, bir ömür boyu nesilden nesile tevarüs edilen gelenek, görenek ve inançlardan “Aha Müslüman oldum, bak Eşhedü ellâ ilâhe illallah” demekle bir anda sıyrılsın ve kafasındaki her düşünceyi, gönlündeki her duyguyu, kalbindeki her inancı bir çırpıda elbise çıkarır gibi çıkarıp atsın.
Garibcem köhne bir sehpadan vazgeçemiyor, kaldı ki insanlar bir tarih boyu tevarüs edegeldikleri geleneklerinden, alışkanlıklarından  vazgeçsin.
“et-Tahliyetü kable’t-tahliye” der Araplar. Yani bir şey bezenmeden önce temizlenmeli, içindeki hır hış atılmalı, her ne pislik varsa kazılıp süpürümeli, ondan sonra süsleme işine başlanmalı.
El-Hak doğrudur ve haliyle işimiz zordur.
Dua ile!
27.11.2013

GARİBCE


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...