Efendim, ben İmam Hatip Okulunun orta kısmını
Develi’de okumuştum. Birçok vesile ile yazmışızdır. Kendi kendimize bakan
çocuklardık. Doğru dürüst bazlamayla bile olsa karnımız doymazdı. Nice günler
aç geçerdi günlerimiz. Öğle yemeği paydosu bizim için en zor zamanlardı.
Çocuklar karınlarını doyursunlar diye mola verilirdi, ama bizim evde yemek
olmazdı. Doğru dürüst malzeme bile yoktu. Olsa bile kim pişirecek, kim taşıracak.
Nice gün aç aç geri dönerdik sınıflarımıza. Bağ bozum mevsimi okulun
etrafındaki bağları başaklamaya çıkardık. Unutulan birkaç salkım üzüm bulursak
karnımızı doyururuz belki derdik. Belki doyduğumuz günler de olmuştu. Köyden
bazlamanın geldiği günler mesela öyle günlerdi. Ama çoğu kez de köyden yufka
gelirdi. Şehir ekmeği almaya paramız olmazdı. Yufkayı yenilebilir hale getirmek
için önceden sulamak ve sofra bezi içinde bir süre bekletmek gerekirdi. Yanında
yemek olmadan da katıksız yenmezdi.
Çok
sıkıntılı günlerdi. Çoğumuza bit düşmüştü. Zayıf, sıska çocuklardık. Yüzümüzde
kansızlık emaresi okunurdu.
İmam
Hatip Okulu’nun lise kısmını o zamanlar açmamışlardı ve Develi öğrencileri çil
yavrusu gibi dağılmıştı. İmkan bulan Kayseri, Niğde, Adana gibi illerde
okullarını sürdürmeye çalışmışlardı. Benim gibi bir kısım da babalarının
işlerine yardım etmek üzere kendi köylerine dönmüştü. “Haydi köyümüze geri
dönelim!” türküsü onlar için de söylenmiş gibiydi.
Bizim
su ile dönen yarma /döğme değirmenimiz vardı. Biz dink derdik. Onu çalıştırma
işi de artık benim işim olmuştu. Okul unutulmuştu. Yaşım on sekiz olunca belki
bir imamlık gibi bir görev alacaktık ve memur olacaktık. Memur o zamanlar büyük
adam demekti. Yani büyük olmamızın önünde sadece yaş engeli vardı.
Neyse
işte böyle bir zamanda okulların açılmasından tam üç ay sonra bir sene önce
benim girmiş olduğum Devlet Yatılı sınavları sonuçlarına göre ben yedeğe
kalmışım, asillerden girmeyen olunca sıra bana gelmiş ve benim yeniden okuma
şansım doğmuş. Başta Hüseyin ağabeyim olmak üzere sebep olanlara hep duacıyım.
Kayseri İmam Hatip okulu müdürü benim üç ay devamsızlığıma rağmen beni okullarına
kabul etti ve ben beşinci sınıftan yeniden yarım kalan tahsilime başlamış
oldum.
Sanki
yeni bir hayata doğmuş gibiydim. Hayatımda ilk kez Beykoz Fabrikası ürünü
ayakkabı vermişlerdi ve onu giyiyordum. İlk kez yün kumaştan üzerime dikilen -upuzun da olsa- ceketi giyiyordum.
Hele
yemekler var ya. Babamın ocağından ve anamın kurduğu sofradan ırak yerde ilk
kez hem gözüm hem de karnım doyuyordu. Gerçi sabah kahvaltısında çeyrek ekmek
bana az geliyordu, doymuyordum ve ortada fazladan kalan bir iki çeyrek ekmeğin
bir parçasını alabilmek için elimdeki ekmeği çabucak tüketip ondan bir parça
almak için gayret ediyor, parçayı alınca da aheste aheste yiyerek tadını
çıkarıyordum. Çay kazanda pişiyordu ve şekeri içindeydi. Ben bayılıyordum.
Düşünün şimdi düzenli kahvaltı, her gün üstelik şekeri de içinde çay.
Öğle
yemekleri çeşit çeşit, akşam yemekleri hakeza öyle.
Ben
bu nimetlerin sarhoşluğu içindeydim. Fakat bir türlü anlayamadığım bir şey
oluyordu. Bazen yemekhanede öyle bir kaşık tabak sesi yükseliyordu ki, nöbetçi öğretmen
ne yapacağını şaşırıyordu. Öğrenciler hep
birden kaşıkları metal yemek kaplarına vuruyorlardı, sesler çıkarıyorlardı.
Günlerce
ben bunu bir türlü anlayamamıştım. Sonra yavaş yavaş çözdüm. Meğer bunlar çıkan
yemekleri beğenmiyorlarmış, ona sebep tabak çanak dövüyorlarmış. Neymiş efendim
makarna çıkıyor, mercimek çıkıyor, pırasa, ıspanak çıkıyormuş.
Vay
anam vay!
Garibce’nin
aklı bir türlü basmıyor. Nasıl bassın ki! Asıl tabak döveceklerin önlerinde bir tabak, ellerinde bir kaşık bile
yok.
Öbür
tarafta boylarınca nimete gönenmişler var, şükürleri yok.
Şimdi
gene benzer sesler duyuyor, yıllar geçiyor aklı gene basmıyor.
Tencere
tava dövenlerin Türkiye genelinde hangi şehirler olduğuna bakıyor: İzmir,
İstanbul, Ankara… Türkiye’nin en zengin şehirleri.
Semtlere
bakıyor . Şehirlerin en zengin semtleri.
Mahalleler
keza öyle.
Geçen
bir arkadaş “Biz Ünalan mahallesinde oturuyoruz. Derme çatma evler. Bizde ses yok ama karşımızda
büyük bir site var. Sesler oradan geliyor!” diyor.
Garibce
diyor ki yahu bunda bir terslik var:
Tencere tavayı asıl çalacaklar çalmıyor da hiç ilgisi olmayıp onları bir
enstrüman gibi kullananlar çalıyor.
İnsanlar
yoksul kalır, tencere tabak tam takır olur, tencerede pişirip tabakta yiyecek
bir nevaleleri olmaz, o zaman ellerindeki kaşığı öfke ile bir tencereye bir
tabağa vurur. Ha o zaman ben de bunu anlarım. Öyle olsun biz de tempo tutalım.
Ama bunları dövenler, kahir ekseriyet ile belki hayatlarında tencerenin neye
yaradığını bile bilmeyecek derecede lüks ve sefahat içinde bir hayat sürenler.
O
yüzden Garibce’nin aklı bir türlü basmıyor.
Vaktiyle
de basmamıştı. Şimdi de almıyor.
“Çok
şey değişti!” deniyor ya. Garibce bakıyor bakıyor: “Yok yahu, hiçbir şey
değişmemiş!” diyor.
Dua
ile!
07.06.2013
GARİBCE
Hocam amaç üçbeş ağaçtan ziyade üçbeş minare..
YanıtlaSilMahmut Güneypınar
S.A.Değerli hocam ellerinize sağlık benide öğrencilik yıllarıma götürdünüz,ruhum tazelendi.
YanıtlaSilAyrıca Abdullah Kahraman hoca ile aynı odayı paylaşımış olmanızdan
bende mutlu oldum.Hoca eski ahbaplarımdandır zekası çalışkanlığı ve ahlakıyla saygı duyduğum bir ilim adamıdır.Kendilerini Almanyada iken
TV 58 de dinleme fırsatınıda bulmuştum.Her ikinize saygı ve hurmetlerimi arzedrim .Mehmet Kılavuz
Gözünün önündeki çöpten/ağaçtan dolayı, arkadaki manzarayı göremeyenler için,
YanıtlaSilbeliğ bir tasvir, ustaca bir teşbih ve kim bilir kaçıncı kez tekerrür eden bir tarih...
Hakikati insanların gözüne sokmaktan daha etkilidir, gözünün öünündeki çöpü kaldırmak...Güzel üslubunuzla bunu bize bir kez daha gösterdiniz.
Kaleminize sağlık, ilminize, ömrünüze bereket Hocam...