7 Haziran 2013 Cuma

Tencere tava, gel de bunu anla!


 Efendim, ben İmam Hatip Okulunun orta kısmını Develi’de okumuştum. Birçok vesile ile yazmışızdır. Kendi kendimize bakan çocuklardık. Doğru dürüst bazlamayla bile olsa karnımız doymazdı. Nice günler aç geçerdi günlerimiz. Öğle yemeği paydosu bizim için en zor zamanlardı. Çocuklar karınlarını doyursunlar diye mola verilirdi, ama bizim evde yemek olmazdı. Doğru dürüst malzeme bile yoktu. Olsa bile kim pişirecek, kim taşıracak. Nice gün aç aç geri dönerdik sınıflarımıza. Bağ bozum mevsimi okulun etrafındaki bağları başaklamaya çıkardık. Unutulan birkaç salkım üzüm bulursak karnımızı doyururuz belki derdik. Belki doyduğumuz günler de olmuştu. Köyden bazlamanın geldiği günler mesela öyle günlerdi. Ama çoğu kez de köyden yufka gelirdi. Şehir ekmeği almaya paramız olmazdı. Yufkayı yenilebilir hale getirmek için önceden sulamak ve sofra bezi içinde bir süre bekletmek gerekirdi. Yanında yemek olmadan da katıksız yenmezdi.
Çok sıkıntılı günlerdi. Çoğumuza bit düşmüştü. Zayıf, sıska çocuklardık. Yüzümüzde kansızlık emaresi okunurdu.
İmam Hatip Okulu’nun lise kısmını o zamanlar açmamışlardı ve Develi öğrencileri çil yavrusu gibi dağılmıştı. İmkan bulan Kayseri, Niğde, Adana gibi illerde okullarını sürdürmeye çalışmışlardı. Benim gibi bir kısım da babalarının işlerine yardım etmek üzere kendi köylerine dönmüştü. “Haydi köyümüze geri dönelim!” türküsü onlar için de söylenmiş gibiydi.
Bizim su ile dönen yarma /döğme değirmenimiz vardı. Biz dink derdik. Onu çalıştırma işi de artık benim işim olmuştu. Okul unutulmuştu. Yaşım on sekiz olunca belki bir imamlık gibi bir görev alacaktık ve memur olacaktık. Memur o zamanlar büyük adam demekti. Yani büyük olmamızın önünde sadece yaş engeli vardı.
Neyse işte böyle bir zamanda okulların açılmasından tam üç ay sonra bir sene önce benim girmiş olduğum Devlet Yatılı sınavları sonuçlarına göre ben yedeğe kalmışım, asillerden girmeyen olunca sıra bana gelmiş ve benim yeniden okuma şansım doğmuş. Başta Hüseyin ağabeyim olmak üzere sebep olanlara hep duacıyım. Kayseri İmam Hatip okulu müdürü benim üç ay devamsızlığıma rağmen beni okullarına kabul etti ve ben beşinci sınıftan yeniden yarım kalan tahsilime başlamış oldum.
Sanki yeni bir hayata doğmuş gibiydim. Hayatımda ilk kez Beykoz Fabrikası ürünü ayakkabı vermişlerdi ve onu giyiyordum. İlk kez yün kumaştan üzerime dikilen  -upuzun da olsa- ceketi giyiyordum.
Hele yemekler var ya. Babamın ocağından ve anamın kurduğu sofradan ırak yerde ilk kez hem gözüm hem de karnım doyuyordu. Gerçi sabah kahvaltısında çeyrek ekmek bana az geliyordu, doymuyordum ve ortada fazladan kalan bir iki çeyrek ekmeğin bir parçasını alabilmek için elimdeki ekmeği çabucak tüketip ondan bir parça almak için gayret ediyor, parçayı alınca da aheste aheste yiyerek tadını çıkarıyordum. Çay kazanda pişiyordu ve şekeri içindeydi. Ben bayılıyordum. Düşünün şimdi düzenli kahvaltı, her gün üstelik şekeri de içinde çay.
Öğle yemekleri çeşit çeşit, akşam yemekleri hakeza öyle.
Ben bu nimetlerin sarhoşluğu içindeydim. Fakat bir türlü anlayamadığım bir şey oluyordu. Bazen yemekhanede öyle bir kaşık tabak sesi yükseliyordu ki, nöbetçi öğretmen ne yapacağını şaşırıyordu.  Öğrenciler hep birden kaşıkları metal yemek kaplarına vuruyorlardı, sesler çıkarıyorlardı.
Günlerce ben bunu bir türlü anlayamamıştım. Sonra yavaş yavaş çözdüm. Meğer bunlar çıkan yemekleri beğenmiyorlarmış, ona sebep tabak çanak dövüyorlarmış. Neymiş efendim makarna çıkıyor, mercimek çıkıyor, pırasa, ıspanak çıkıyormuş.
Vay anam vay!
Garibce’nin aklı bir türlü basmıyor. Nasıl bassın ki! Asıl tabak döveceklerin  önlerinde bir tabak, ellerinde bir kaşık bile yok.
Öbür tarafta boylarınca nimete gönenmişler var, şükürleri yok.
Şimdi gene benzer sesler duyuyor, yıllar geçiyor aklı gene basmıyor.
Tencere tava dövenlerin Türkiye genelinde hangi şehirler olduğuna bakıyor: İzmir, İstanbul, Ankara… Türkiye’nin en zengin şehirleri.
Semtlere bakıyor . Şehirlerin en zengin semtleri.
Mahalleler keza öyle.
Geçen bir arkadaş “Biz Ünalan mahallesinde oturuyoruz. Derme çatma evler. Bizde ses yok ama karşımızda büyük bir site var. Sesler oradan geliyor!” diyor.
Garibce diyor ki yahu bunda bir terslik var:  Tencere tavayı asıl çalacaklar çalmıyor da hiç ilgisi olmayıp onları bir enstrüman  gibi kullananlar çalıyor.
İnsanlar yoksul kalır, tencere tabak tam takır olur, tencerede pişirip tabakta yiyecek bir nevaleleri olmaz, o zaman ellerindeki kaşığı öfke ile bir tencereye bir tabağa vurur. Ha o zaman ben de bunu anlarım. Öyle olsun biz de tempo tutalım. Ama bunları dövenler, kahir ekseriyet ile belki hayatlarında tencerenin neye yaradığını bile bilmeyecek derecede lüks ve sefahat içinde bir hayat sürenler.
O yüzden Garibce’nin aklı bir türlü basmıyor.
Vaktiyle de basmamıştı. Şimdi de almıyor.
“Çok şey değişti!” deniyor ya. Garibce bakıyor bakıyor: “Yok yahu, hiçbir şey değişmemiş!” diyor.
Dua ile!
07.06.2013

GARİBCE

3 yorum:

  1. Hocam amaç üçbeş ağaçtan ziyade üçbeş minare..
    Mahmut Güneypınar

    YanıtlaSil
  2. S.A.Değerli hocam ellerinize sağlık benide öğrencilik yıllarıma götürdünüz,ruhum tazelendi.
    Ayrıca Abdullah Kahraman hoca ile aynı odayı paylaşımış olmanızdan
    bende mutlu oldum.Hoca eski ahbaplarımdandır zekası çalışkanlığı ve ahlakıyla saygı duyduğum bir ilim adamıdır.Kendilerini Almanyada iken
    TV 58 de dinleme fırsatınıda bulmuştum.Her ikinize saygı ve hurmetlerimi arzedrim .Mehmet Kılavuz

    YanıtlaSil
  3. Gözünün önündeki çöpten/ağaçtan dolayı, arkadaki manzarayı göremeyenler için,
    beliğ bir tasvir, ustaca bir teşbih ve kim bilir kaçıncı kez tekerrür eden bir tarih...
    Hakikati insanların gözüne sokmaktan daha etkilidir, gözünün öünündeki çöpü kaldırmak...Güzel üslubunuzla bunu bize bir kez daha gösterdiniz.

    Kaleminize sağlık, ilminize, ömrünüze bereket Hocam...

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...