Garibce ve
Fıkıh Anlayışı
Hayatı:
Mehmet Erdoğan 1956 yılında Kayseri’de doğmuştur. İlk ve orta eğitimini
tamamladıktan sonra Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni bitirmiştir. 1979’da Erzurum
Atatürk Yüksek İslami İlimler Enstitüsü’nü bitirmiştir. 1984 yılında Marmara
Üniversitesi’ne okutman olarak girmiş, “İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi”
adlı tezi ile doktor ünvanı almıştır. 2001 yılında profesörlüğünü alan Hoca,
halen Marmara Üniversitesinde çalışmalarına ve öğrenci yetiştirmeye devam
etmektedir.
Birçok
kitap, makale ve sempozyum sunumları vardır.
Hoca,
eserlerinde fıkha bakış açısını şu temel üzerine oturtarak tarif eder:
“Din
Kur’an’ın ifadesiyle kökü sabit, dalları göklerde ve her an yemiş veren görkemli,
semereli bir ağacın kökleri, gövde ve dallarından, dalları meyvelerden nasıl
ayrı düşünülemezse iman, İslam ve ihsan kavramları da aynıdır. Bunların
birbirinden ayrı düşünülmesi sadece zihin dünyasındadır. Hz. Peygamber’in risaletin amacını ‘ahlaki
güzelliklerin tamamlanması’ şeklinde özgülemesi ve İslam’ın din olarak hedefine
‘insan-ı kamil’ in konulması, toplum olarak ufka ‘Medine-i Fâzıla’nın
yerleştirilmesi aynı bakış açısının bir sonucudur”.
Burada
ağacın toprak altında kalan ve görünmez olan kısmını yani kökleri, insanın
Yaratıcısı ve gayb alemi ile olan alakasıdır. Bu konuların öğretilmesi akaide,
savunulması ise kelam ilmene aittir.
Gövde,
dallar ve dalların ucunda duran kabuğa kadar olan kısmına füru denir, bunu konu
edinen ilim fıkıhtır.
Dalların
ucundaki semere, meyve ise nihai amaçtır ve bununla da tasavvuf, ahlak ilmi
ilgilenir.
Fıkhı
ise şu şekilde tanımlar:
“Bir
zamanlar fıkıh dinin tümünü anlamayı, kavramayı ifade ediyordu. Nitekim
Kur’an’da ‘et-tafakkuh fi’d-dîn’ ifadesi geçer ve genel anlamda dini anlama ve
kavrama çabasının adı olarak bilinir. Ebu Hanife’nin akaid konularını içeren
risalesinin adı el-Fıkhu’l-ekber’idi. Diğer taraftan fıkıh, fıkh-ı zahir ve
fıkh-ı bâtın diye de ikiye ayrılıyordu, zühd ve ahlakı da içine alıyordu. Ancak
zamanla fıkıh denildiği zaman sadece davranışlarımızla ilgili olan disiplin
kastedilir olmuştur. İş bu noktada da kalmamış ve özellikle onun yerine ikame
edilmeye çalışılan İslam Hukuku tabiri, dinin tamamen hukuk boyutuna indirgenmiş,
Allah-kul ilişkilerini düzenleyen ibadet bahislerinden arındırılmış, daha önce
iç içe olan iktisattan, siyasetten vb. ayrıştırılmış ve böylece anlam ve alanı
iyice daraltılmıştır.”
O’na
göre fıkıh, tasavvuf ve akaid farklı şeyler değildir, sadece aynı menbadan akan
suyun farklı havuzlarda toplanılmasıdır.
Fıkha
bakış açısının aslında tanrı inancı ile alakalı olduğunu ifade eder. İslam dini
tevhid ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle Halk ve Emr sıfatlarını haiz olan
Yaratıcı tekvin ve teşri sahibidir. Dolayısıyla fıkhın şümulünü bir şekilde
daraltmanın ve tamamen seküler alanlar oluşturmanın imkansızlığı ortadadır.
Ancak nasıl ki zamanında kelam ve akaid ilimleri fıkıhtan ayrılmış yeni bir
disiplin oluşturmuşlarsa, iktisat, siyaset vb. de fıkıhtan ayrılıp müstakil bir
ilim halini alabilir. Bu tabi aynı kaynaktan beslenmeleri şartıyladır.
Havuzların farklı olması zenginliktir.
O’na
göre fıkıh, “et-tafakkuh fi’d-din” olduğundan olaylara dinî, ahlakî, tasavvufî yönlerden
yaklaşmaktadır. Yani olayı bütün yönleri ile ele almaya çalışmakta, parçacı
yaklaşımdan özellikle kaçınmaktadır. Diyebiliriz ki bütünü görmeye önem
vermektedir. İşte “Garibce” de tam da bu bakış açısının bir sonucu,
semeresidir.
Garibce
Ben bir
Garibce’yim hayat salında
Ne işim olur benim
erik dalında
“Garibce
kimsenin dili değil, özünde kabaran duyguların, zihninde çakan fikirlerin,
aklında uçuşan fikirlerin ve tabi ki yılların birikimi bilginin dili” diyor
kendini tanımlarken ve şiarının da bilgi, duygu ve mizah olduğunu ekliyor.
Garibce
2012’de kurulmuş bir blogdur, aslında bir blog olmaktan daha çok anlam ifade
eder. Çünkü burada yıllarca büyük gayret ve emeklerle oluşturulmuş bir
birikimin olayları ve meseleleri yorumlaması söz konusudur. Bu meseleler ve
olaylar her şeye dair olabilir. Zira ona göre fıkıh daha önce de söylendiği
gibi “et-tafakkuh” şeklindedir,
dolayısıyla hayatın içinden bütün olaylar onun ilgi alanına girer.
Aslında
Garibce’nin tarihi daha eskidir. Duygu ve Hikmet ile Öykülerin Büyüsü,
Kırk Mesel Hadis, imam hatip okulları için Fıkıh ve Fıkıh İlmine
Giriş gibi eserlerle daha önceki yazıların bir kısmı yayınlanmıştır.
Garibce, 02.09.2012 tarihli yazısından kendinden ve bloğun ortaya çıkma
serüveninden bahseder.
Garibce
fıkhî açıdan yeni meselelere dair hüküm verirken veya yorumunu bildirirken şu
ana prensipler ışığında hareket eder:
-
Tevhid ilkesi: Halk’ın da
emr’in de âlemlerin Rabbı olan Allah’a özgülenmesi esası.
-
Tekvin-teşri ayrılmazlığı:
Teşriin tekvine nisbeti prospektüsün ilaca nisbeti gibidir.
-
İnanç-eylem ve erdem
bütünlüğü: İlk ikisinin üçüncüyü doğuracak şekilde var oluşu.
-
Et-tafakkuh fi’d din
anlayışı: Dini her boyutuyla bir bütün olarak kavrama ilkesi.
-
Ezmânın tagayyürü ile
ahkâmın tegayyuru inkâr olunamaz kaidesi: Makâsıd ve vesâil dengesi keza
taabbudîlik ve talîl ilkesi.
-
Maslahatın her hükmün
sınanmasında ilke olarak kullanılması prensibi.
-
Fıkhın, bir süreç olarak
dinin hayatın içinde tutulması çabası olması.
Garibce’yi daha
yakından tanımak için yazılarına bakmak daha doğru olacaktır:
Garibce
iyi bir gözlemcidir. Gözlemlediklerinden müthiş sonuçlara ulaşabilmektedir.
Örneğin kendisine gönderilen bir sempozyum davetiyesinden bile çağın
getirdikleri ile hükümlerin de değiştiğini vurgular ve dahası destekler de:
“Gerçekten, yaşanan hayatı öğrenmek için iyi
ki varsınız.
Tüyü
bitmemiş yetimin malları türünden köhne söylemler ve bilmem kaç düğümlü bir deve yularını attığı
için bir türlü hesabını veremeyen Ömer’in adaletinden hala dem vuran ve
onlardan medet umanlar var. Bunlar artık eskimiş nümune-i imtisaller. Oysa
bizim imaj ufkunda parıldayacak ve cümle alemin gözlerini kamaştıracak yeni rol
modellere ihtiyacımız var.
Ve
ey başkanlarımız, rektörlerimiz iyi ki varsınız!
Müslümanlar
köyden geldiler, köylü kaldılar. Temedün-i hâdıra sizin ellerinizde neşvü nema
bulacak ve bu medeniyetin yeni azizleri sizler olacaksınız.
Var
olma yarışında, artık herkes sizi hizaya alarak kendisine bir yer edinmeye
çalışacak.” ( En büyük davetiye bizim davetiye!)
Bazen
bunu; evinin bahçesindeki kendi eliyle diktiği, fidanken etrafına çelik ip bağladığı
ama büyürken almadığı ve zamanı geldiğinde gövdeye dar geldiği için kırılan ağaca
söyletmektedir:
“Ya işte böyle!
Yılların emeği
boşa gitti. Ne yüzünden? Vaktiyle yapılan fidanın yararına olan bir durumun
ağacın boy atıp büyümesi ve çapının gelişmesi halinde yeni durumuna uygun
yapılması gereken işin yapılmaması, ihmal edilmesi yüzünden.
Canlı ve bitki
bünyeleri böyle olduğu gibi sosyal kurumlar vb. de böyle. Bir küçüğü korumak
üzere koyduğunuz velayet yetkisi, çocuklar büyüyünce de aynı şekilde devam
ettirilmek istenirse o çocuklar hiçbir zaman büyüyüp de adam olamazlar.
Kurumlar da
öyle.
Sistemlerde
öyle.
Şeriatlar bile
öyle.
İlk geldiği
gibi kalmıyor, hayata muvazi olarak değişiyor. Değişmesi gerekiyor.
Bu değişimi
başarıyorsa ayakta kalıyor ve daha güçlü bir vaziyette varlığını sürdürüyor.
Aksi
takdirde bizim ağaç gibi küt diye kendisine bağlanan bütün umutlarla birlikte
yıkılıp gidiyor. Emekler boşa çıkıyor”. ( Değişime ayak uyduramadım,
emeklerim boşa gitti.)
Ona
göre ahlak fıkıhtan ayrı değildir, ahlakilik dinin amacıdır, önceliğidir ve
tarihte müslümanları üstün kılan da ahlaki vasıflarıdır:
“İşte bu
ahlâkîlik, işte bu ilkeliliktir ki Müslümanları ve İslam’ı güçlü yapmıştı.
Bu ruhtan
uzaklaştıkça, ahlaken değer kaybettikçe Müslümanlar zelil olmuşlardır.
Onları bir
arada tutan en güçlü bağ işte bu ortak ahlakîlik esaslarıydı.
Her şeyi
kaybetsek de bunları kaybetmememiz gerekirdi.
Çünkü Müslümanlığın
asgarî koşulları bunlar demekti.
Sağlam
ve sahih bir inanç düzlemi üzerine bina edilen ibadetlerimiz bile işte bu
ahlakîliği sağlamak ve sürdürmek içindi.” (Ah bir önceliklerimizi
belirleyebilsek!)
Meseleleri
yorumlarken “empati” kurması, önemli ve belirgin özelliklerindendir. Buna
özellikle “Mesafe ve Empati”, “Empati ve İsar” başlıklı yazılarda
görülebilir. Ayrıca diğer yazılarındaki satırları kaleme alırken de empati
yaptığına sıkça rastlanır. (Örneğin; Saîd Ramazan el-Bûtî: Bir âlimin
mürekkebine şehadet kanı da karıştı”)
Garibce’nin
geniş bir konu yelpazesi vardır. Bazen önemli bir alimin öldürülmesinden dolayı
arkasından bir ağıt yakar (Saîd Ramazan el-Bûtî: Bir âlimin mürekkebine
şehadet kanı da karıştı), bazen katıldığı toplantı, sempozyumlardaki bir
meseleyi ele alır, konunun ele alınışındaki aksaklıkları dile getirir ve olması
gerekeni anlatır (Ne olur, kapı duvar olmasın!, IV. Din Şurası 2009 Ardından
Bazı Değerlendirmeler, Bütün Yönleriyle Hac Sempozyumu Değerlendirmesi, Isparta
Fıkıhçılar Toplantısının Ardından: Bilimsel Çalışmalarda Zaaf Sebepleri, Rihle
fi’t-taâm), bazen aslî mekanına duyduğu özlemden ve oralara dair şeylerden
bahseder (Bir Köy Var Toroslarda, Ben yaylaya gitmek istiyorum ), bazen fıkhî
bir meseleyi ele alır (Vajinal akıntının dini hükmü, Süt Bankası, Jelatinli
balık yağı kapsülleri, Keşke benim de aklım karışık olmasa!) bazen ise
öğrencilere dairdir yazdıkları (Siyer ve Fıkıh dersimizin ardından!, Bir
mezuniyet uğruna ya Rab ne kıyafetler geçiyor!, Burs paralarını ne yapsam,
Armine mi Aker mi alsam?) ve daha bir çok konuyu ele alır,
değerlendirir. Yani kısacası halkın
vicdanını sızlatan bir hadiseyi, kamuoyunu meşgul eden bir durumu, zihnine
takılan bir olayı, duyduğu-gördüğü veya farkına vardığı yeni bir şeyi
paylaşmaktan, bir olayla ilgili hislerini-duygularını açıklamaktan çekinmez.
Bunları yapması gerektiğine inanarak bir sorumluluk bilinci ile veya içinden
geldiği için yazar. Halkın içinden biri olarak yazar yazılarını. Dolayısıyla dili
anlaşılırdır. Zaten okuyan herkesin anlaması (bir yerde kendisinin de ifade
ettiği gibi irşad amacı da taşıdığı) için yazılarını kaleme almaktadır. Aslında
yazılan yazılarla hukuk sosyolojisi de yapılmaktadır.
Kendisinin
Garibce’ye bakışı ise şöyledir:
“Garibce tuttu.
Hatta bazı hocalarım beni artık Garibce olarak çağırıyor. Hoşuma gidiyor mu?
Pek bilmiyorum. Çünkü Garibce ben değilim, o içimdeki ben. Biraz muzip, yazgan,
eyvallahı olmayan biri. Oysa ben garibim öyle mi? Ağzı var dili yok… Üstelik
ilk görenler için oldukça sert bir görüntü veriyor, kendisine yaklaşılması zor
görülüyor. Sessiz mi sessiz. İş bölümünde konuşmak ellere, dinlemek ona düşmüş.
Hele anlatılan bayat ve kaba fıkralar karşısındaki tutumu, anlatanı çileden
çıkartacak kadar soğuk ve tepkisiz. O yüzden fıkra anlatma meraklısı olanlar
ondan çok haz etmezler.
Neyse ki
sonuçta Garibce de içimdeki ben. O yüzden Garibce diye çağrılmamı çok da
yadırgamıyorum.”
Garibce, meşakkatli ve zor bir süreçten geçerek ancak
elde edilmiş bir bilgi ve tecrübe birikiminin hayata ve insana dair her şey
hakkında samimi bir şekilde yazdığı birçok değeri içinde barındıran yazılardır.
Dürüst, içten ama mesafeli, heybetli bir duruşu simgeler. Gariptir ama içinde
nice farklılıkları barındıracak kadar da kocaman bir yürek vardır. Şehy
Galib’in dediği gibi; “Bir şu’lesi var ki şem’i cânın, fânusuna sığmaz
âsumanın”…
Feyruz’un bir
şarkısında “ إنما الناس سطورٌ كتبت لكن بماء”
dese de, bazı insanlar vardır ki isimlere kayalara nakşedilmiştir, asla
silinmez. Siz de onlardan birisiniz Hocam…Öğrenciniz olduğum için çok mutluyum,
gururluyum. Hürmet ve saygılarımla…
Kübra NUGAY
Tebrik ederim Kübra ablacım, çok güzel bir değerlendirme olmuş:)
YanıtlaSil