Balkanlar'da Osmanlı-Türk
izlerinin hâlâ yaşadığı Mostar ve Üsküp'te yüksek tepelere dikilen ve geceleri
de aydınlatılan haçlar dikkat çekiyor.
Daha önceki
Mostar ziyaretimizde tepedeki haçı görmüştük.
Bu sefer
Üsküp’te Makedon nüfusun yoğun olarak yaşadığı Vardar Nehri'nin kuzeyinde
bulunan Vodno Dağı'na 2001 yılında ''milenyum'' hatırası olarak Avrupa
Birliği'nden alınan krediyle dikilen haçı gördük ve ta yanına kadar çıktık.
Teleferikle çıkılıyor ve önemli bir turizm ziyaret yeri haline getirilmiş
bulunuyor. Bu vesile ile en tepeden Üsküp’e bakma ve fotoğraf çekme şansı da
elde edilmiş oluyor. Müthiş bir manzara. Çelik yığınından rivayete göre elli
metre yükseklikte olan ve gece de aydınlatılan haç her yerden görülüyor.
Fakat gel gör
ki neden dağın tepesinde yer alıyor. Belli ki bir garazı taşıyor. Kilisenin
yanı başına dikilen haç kimsenin dikkatini çekmiyor. Ama durup dururken dağın
başına böyle bir ucubenin dikilmiş olması belli ki bir meydan okuma anlamı
taşıyor.
İşte bu tavır
karşı bir tepkisel davranışı besliyor.
Müslümanların asırlar boyu hâkim olduğu bu topraklarda mabetler
yapılmış, camilerin yanı başlarına minareler konulmuş. Ama bunlar hiçbir zaman
göze batıcı bir boyutta olmamış. Genelde kubbe hizasında bir şerefe ve oradan
da bir miktar daha yükseldikten sonra minarenin külahı ve ucunda bir alem,
hepsi bu kadar. Geneli itibariyle boyutsal olarak bir uyum hep olagelmiş.
Rivayete göre bu haçların tepelere dikilmesinden sonra Müslümanlardan bir kısmı
onların bu tavrına: “Ne kadar yükseklere çıkarırsanız çıkarın ve ne kadar
yüksek dikerseniz dikin, bizim sembolümüz olan gökyüzündeki hilâlin de üstüne
çıkacak haliniz yok ya” şeklinde karşılık vermiş ve kendi kutsalının yüceliğine
bu gibi kışkırtıcı davranışların bir halel getiremeyeceğini düşünmüş. Ama buna
karşın çoğu Müslüman halk tamamen tepkisel bir tavırla geleneksel çizgiden
ayrılmış ve küçücük camilerin yanına uzun uzun, iki üç şerefeli bazen çifte minareler
yapmışlar. Yapılan yanlışa yanlış yaparak karşılık vermişler. Keşke böyle bir tepkisel tavır ortaya
konulmasa, İslâm kimliği, daha çok insanî yaşantımızla ve temsil yoluyla ortaya
konulabilseydi.
Oradaki Türk
okullarında görev yapmakta olan kardeşlerimizin bu açıdan önemli başarılar
ortaya koydukları anlattıklarından ve ortaya koymuş oldukları eserlerinden
anlaşılıyor.
Bir kız öğrenci
hastalanıyor. Hastaneye yatırılıyor. Okul çalışanları devamlı olarak
öğrencileri ile ilgileniyorlar. Kan ve benzeri tedariki gerekli her ne varsa
yardıma hazır olduklarını kızın velisi annesine söylüyorlar. Günler bu minval
üzere geçiyor ve kızcağız ölüyor. Bu arkadaşlar cenaze merasimine de
katılıyorlar. Hıristiyan adeti üzere cenazeye en güzel ve en çok sevdiği
elbiseler giydiriliyor ve tabut içinde
üst tarafı açık olarak ziyaret ediliyor. Bunlar da ziyarete
vardıklarında kızın annesi adet hilafına ayağa kalkarak bunları karşılıyor ve
bunlar cenazeyi ziyaret etmek üzere tabutun yanına yaklaştıklarında kızın kendi
okullarının formasıyla tabuta konulmuş olduğunu görüyorlar. Gösterilen ilgi,
kendilerine bu şekilde bir sevgi olarak dönüyor.
Kızın annesi
cenazenin belli günlerdeki anma merasimlerinde de kendilerini yanlarında
görmekten büyük memnuniyet duyacağını ifade ediyor.
Bir bakan “Size
en büyük yardımı ben kendi oğlumu size teslim etmek suretiyle yapıyorum” diye
duyduğu güveni ifade ediyor.
Belki yapılması
gereken zor da olsa İslamî kimliğimizi işte bu tür davranışlar üzerinden ortaya
koymak olmalıydı.
Tepkisel
davranışlar her zaman karşı tepkisellikleri doğurur ve sağduyu ile ortaya
konulmayan hareketler faydadan çok zarar verir.
Makedon dilinde
iki bin Türkçe kelime olduğu söyleniyor. Kağıt, kalem, defter, çatal, kaşık,
bıçak, yatak yorgan gibi pek çok kelimenin biraz teleffuzu farklı olarak ortak
olduğu ifade ediliyor. Osmanlı kültürü varlığını hâlâ hissettiriyor. Bir Makedon
bize olan sempatisini içtiğimiz kahvelerden ücret almayarak gösterdi. Kendi
yerinde olmadığı için bize talebimiz olan çayı başka bir mekandan tedarik etti.
Bir papaz şöyle
anlatmış: Vaktiyle yan yana huzur içinde yaşadıkları dönemde bunların köyüne
aşırı derecede dolu yağmış ve bütü mahsulleri telef olmuş. O sene ne
yiyeceklerini, kışı nasıl geçireceklerini kara kara düşünmeye başlamışlar. Çok
geçmeden komşu Müslüman köyden bir kısım insan gelerek onları köylerine
götürmüşler ve daha önceden ürünleri doludan zarar gören Hıristiyan komşuları
için ayırmış oldukları yerleri kendilerine göstermişler ve “Buralardan çıkacak
ürünler sizin olacak, sakın kaygı çekmeyin” demişler. “Çünkü komşusu aç iken
tok yatan bizden değildir” şeklindeki nebevî buyruğa da atıfta bulunmuşlar.
Herhalde
müslümanalık buydu. Bir medeniyetin altı yüz yıl varlığını sürdürebilmesi
elbetteki erdemler üzerine kurulu olmasıyla mümkün olabilir. Bizim bugün
ihtiyaç duyduğumuz şey de işte bu anlayış olmalı.
Vesselam!
14.06.2012
Garibce
Üsküp Vodna Dağındaki Haç
Klasik bir Osmanlı camii
Kıyaslamaya imkân veren iki cami
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder