“2/4. Ve
onlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere inanırlar…”
Bu yazımızda yukarıdaki âyet-i kerîmede işaret buyrulduğu
üzere ilahî dinlerin birbirini teyit ettiği ve bir çizginin devamı mahiyetinde
olduğu konusunu ele alacağız.
Kurtuluşa eren müttekîlerin özelliklerini saymaya devam
eden Yüce Allah bu âyette peygamberler tarihinin, ilahî tevhid dininin tarihi
olduğunu, hepsinin aynı zincirin halkaları mesabesinde olduğunu, adına “İslâm”
dediğimiz dinin, işte bu sürecin adı olduğunu işaret buyuruyor.
“Sana
indirilen”den maksat, Kur’ân ya da Rasûlullah’ın (s.a.v.) İslâm
adına tebliğ etttiği Kur’ân’da olup olmadığına bakılmaksızın her türlü dinî
düzenleme olmaktadır. “Senden önce
indirilenler”den maksat ise Tevrat, Zebur, İncil ve suhuf[1] tabir edilen kutsal kitaplar ya da bunların içermekte
olduğu ilahî hükümlerdir. “Îmân” sözcüğü “bâ” harfi ile kullanıldığı zaman
ittifakla “tasdik” anlamına gelmektedir. Buna göre sözü edilen müttekîler, bir
ayırım yapmadan, ilahî vahyin tarihsel sürekliliğine[2] inanan kişilerdir. İslâm, kendisinin bir bid‘at
olmadığını açıkça söyler: “De ki:
"Ben peygamberlerin ilki (bid‘an mine’r-rusül) değilim…"[3] Rasûlullah’ın (s.a.v.) “iptidâî kemalden nihâî kemâle
doğru bir tekamül süreci”[4] ile tamamlanan İslâm binasına nisbeti, tamamlanmakta
olan muhteşem bir yapıya nispetle son kilit taşı gibidir[5]. İslâm adı verilen bu evrensel bina, sözü edilen son
yapı taşı ile tamamlanmıştır. İslâm imanı müminlerinden işte bu inancı
paylaşmalarını ister. Dolayısıyla önceki peygamberlere ve onların getirdiklerine
de aynı şekilde inanılmasını, iman şartı görür. Nitekim Yüce Allah bunu şu
âyetlerde daha açık şekilde ifade eder:
“Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve
torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından
peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O'na teslim
olanlarız" deyin”[6]; “Peygamber ve
inananlar, ona Rabb'inden indirilene inandı. Hepsi Allah'a, meleklerine,
kitablarına, peygamberlerine inandı. "Peygamberleri arasından hiçbirini
ayırdetmeyiz, işittik, itaat ettik, Rabbimiz! Affını dileriz, dönüş Sanadır"
dediler”[7].
Son ilahî kitap olan Kur’ân, güneşin doğmasıyla ay ve
yıldızların görünmez hal alması gibi[8] öncekileri, uyuşmadıkları noktalarda neshetmiştir. Bu
durumda onlara iman, onların tümünün Allah (c.c) katından olduğu noktasında,
bir de neshe uğramamış öz ve esas itibariyle olacaktır[9]. Bu itibarla iman için öncekilere inanmak yeterli olmayıp,
en son ve mütekamil vahiy olan Kur’ân’a da inanmak gereği vardır. Âyet işte bu
hususu dolaylı da olsa ifade etmekte ve Ehl-i kitaptan olup da kendi kutsal
kitaplarına inanan, ancak Hz. Muhammed’e (s.a.v.) indirilen Kitab’a
inanmayanların kurtuluşa eren müttekîlerden olamayacakları[10] belirtilmiş olmaktadır.
Ancak burada bir hususa işaret etmek gereği vardır: Diğer
dinlere mensup insanların İslâm’dan, Kur'ân’dan haberdar edilmeleri, dinî
tabirle ifade edecek olursak İslâm’ın bu insanlara da tebliğ edilmesi
müslümanların sorumluluğu altında olmaktadır. Biz müslümanların, dinimizi diğer
insanlara kendi dilleriyle ve anlayacakları şekilde ulaştırmadan, gereği üzere
tebliğ etmeden onları cehenneme doldurma gibi bir çaba içine girmemiz yanlış
olur. Bu müslümanlara zor ve önemli bir vazife yükler. Mekke ve Medine’de doğan
İslâm nurunun, dünyanın her bir bucağına taşınması ancak dalga dalga yayılacak
meşalelerle olacak ve İslâm buraları aydınlatmadan, oraların halkının sorumlu tutulması
beklenmeyecektir. Şöyle bir düşünelim, hristiyan bir ülkede ücra bir köyde bir
çocuk dünyaya gelmiş, vaftiz edilmiş, kendi dinine ait ilahiler, dualar,
ninniler altında büyümüş, samimi bir dindar olma yolunda ilerlemiş, kendi din
adamlarının vaazlarına kulak vermiş, ayinlere katılmış, iyi bir hristiyan
olmuş. Hz. Muhammed’i ya hiç duymamış ya da hakkında bir sürü kötü sözler
duyduğu biri olarak tanımış, Kur'ân’a bir şekilde ulaşamamış... Böylesi bir
hristiyanın, durup dururken kendi dininden şüphe duymaya başlaması ve hemen
müslüman olmasının beklenmesi makul bir şey değildir. Ancak bu insana kendi
diliyle ve anlayabileceği şekilde hakikatlerin anlatılması sonucunda böyle bir
beklentinin maküllüğü söz konusu olabilir. Bu itibarla diğer insanların
müslüman olmalarının beklenmesi, müslümanların büyük bir sorumluluk altına girmeleri
ve sözü edilen görevi yerine getirebilmeleri şartını önceler. Bu şart yerine
gelmeden sonucun ortaya çıkmasını beklemek de yanlış olur. Meselenin, Hz.
Peygamber’e (s.a.v.) inanmayanların cehennemlik olup olmamaları açısından değil
de biraz da anlattığımız açıdan ele alınması gereği vardır.
İslâm, kendinden önce gelen dinleri ilahî vahyin bir
parçası olarak görmesi ile evrensel bir mahiyet arzeder ve bu evrensellik ile
diğer din müntesiplerine karşı bir hoşgörü ortamı oluşturur. Nitekim İslâm, tarih
içerisinde başka din müntesiplerini de bünyesinde barındırabilmiş ve onlara
hayat hakkı tanımıştır.
Aynı inancı bir iman şartı olarak tanımayan Hristiyan
dünyası ise, kendileri ile aynı inancı paylaşmayan başka milletlere hiçbir
zaman hoşgörülü olmamışlardır. Endülüste müslümanların ve dünyanın birçok
yerinde Yahudilerin başına gelenler, Yahudilerin Filistin’de müslümanlara
yaptıkları bunun bir örneğini teşkil eder. Hristiyan dünyası ne zaman ki
Fransız devrimi ile liberallık, laiklik, insaniyet gibi evrensel değerlerle
Hristiyanlıktan sapma göstermiş, işte o zaman başka milletlere karşı dinî
açıdan hoşgörülü olabilmişlerdir. Ancak bu kez de, bu kavramlar vahyin
aydınlığında şekillenmediği, içeriği ilahî hikmet ve rahmetle doldurulamadığı için
insanlığı Hakk’tan uzaklaştırmaya, vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş[11], sonuçta bu değerler emperyalizmin modern araçları
haline getirilmiştir.
Dua ile!
08.05.2013
GARİBCE
[1] Peygamberlerden Şît’e 50 sahife,
İdrîs’e 30 sahife, İbrahim’e 10 sahife, Musa’ya Tevrat’tan önce 10 sahife olmak
üzere yüz sahifeden söz edilir (bk. Kurtubî, I, 180). 10 sahifenin Musa yerine
Âdem’e indirildiği de rivayet edilir.
[2] Esed, I, 4.
[3] Ahkâf 46/9.
[4] Ahmed Hamdi Aksekili, Dinî
Dersler, Üçüncü Kitap, İstanbul 1336, s. 237.
[5] Buharî, Menâkıb, 18; Müslim,
Fedâil, 23.
[6] Bakara 2/136.
[7] Bakara 2/285. Ayrıca bk. Âl-i
İmrân 3/84; Nisâ 4/150.
[8] Ahmed Hamdi Akseki, İslâm Dini,
Ankara 1980, s. 21.
[9] Kurtubî, I, 180.
[10] Taberî, I, 246.
[11] Elmalılı, I, 196.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder