6 Haziran 2013 Perşembe

500. yazımız: Bir doktora öğrencimiz Garibce'yi yazdı







Garibce ve
Fıkıh Anlayışı



Hayatı: Mehmet Erdoğan 1956 yılında Kayseri’de doğmuştur. İlk ve orta eğitimini tamamladıktan sonra Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni bitirmiştir. 1979’da Erzurum Atatürk Yüksek İslami İlimler Enstitüsü’nü bitirmiştir. 1984 yılında Marmara Üniversitesi’ne okutman olarak girmiş, “İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi” adlı tezi ile doktor ünvanı almıştır. 2001 yılında profesörlüğünü alan Hoca, halen Marmara Üniversitesinde çalışmalarına ve öğrenci yetiştirmeye devam etmektedir.
Birçok kitap, makale ve sempozyum sunumları vardır.
Hoca, eserlerinde fıkha bakış açısını şu temel üzerine oturtarak tarif eder:
Din Kur’an’ın ifadesiyle kökü sabit, dalları göklerde ve her an yemiş veren görkemli, semereli bir ağacın kökleri, gövde ve dallarından, dalları meyvelerden nasıl ayrı düşünülemezse iman, İslam ve ihsan kavramları da aynıdır. Bunların birbirinden ayrı düşünülmesi sadece zihin dünyasındadır.  Hz. Peygamber’in risaletin amacını ‘ahlaki güzelliklerin tamamlanması’ şeklinde özgülemesi ve İslam’ın din olarak hedefine ‘insan-ı kamil’ in konulması, toplum olarak ufka ‘Medine-i Fâzıla’nın yerleştirilmesi aynı bakış açısının bir sonucudur”.
Burada ağacın toprak altında kalan ve görünmez olan kısmını yani kökleri, insanın Yaratıcısı ve gayb alemi ile olan alakasıdır. Bu konuların öğretilmesi akaide, savunulması ise kelam ilmene aittir.
Gövde, dallar ve dalların ucunda duran kabuğa kadar olan kısmına füru denir, bunu konu edinen ilim fıkıhtır.
Dalların ucundaki semere, meyve ise nihai amaçtır ve bununla da tasavvuf, ahlak ilmi ilgilenir.
Fıkhı ise şu şekilde tanımlar:
Bir zamanlar fıkıh dinin tümünü anlamayı, kavramayı ifade ediyordu. Nitekim Kur’an’da ‘et-tafakkuh fi’d-dîn’ ifadesi geçer ve genel anlamda dini anlama ve kavrama çabasının adı olarak bilinir. Ebu Hanife’nin akaid konularını içeren risalesinin adı el-Fıkhu’l-ekber’idi. Diğer taraftan fıkıh, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı bâtın diye de ikiye ayrılıyordu, zühd ve ahlakı da içine alıyordu. Ancak zamanla fıkıh denildiği zaman sadece davranışlarımızla ilgili olan disiplin kastedilir olmuştur. İş bu noktada da kalmamış ve özellikle onun yerine ikame edilmeye çalışılan İslam Hukuku tabiri, dinin tamamen hukuk boyutuna indirgenmiş, Allah-kul ilişkilerini düzenleyen ibadet bahislerinden arındırılmış, daha önce iç içe olan iktisattan, siyasetten vb. ayrıştırılmış ve böylece anlam ve alanı iyice daraltılmıştır.”
O’na göre fıkıh, tasavvuf ve akaid farklı şeyler değildir, sadece aynı menbadan akan suyun farklı havuzlarda toplanılmasıdır.
Fıkha bakış açısının aslında tanrı inancı ile alakalı olduğunu ifade eder. İslam dini tevhid ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle Halk ve Emr sıfatlarını haiz olan Yaratıcı tekvin ve teşri sahibidir. Dolayısıyla fıkhın şümulünü bir şekilde daraltmanın ve tamamen seküler alanlar oluşturmanın imkansızlığı ortadadır. Ancak nasıl ki zamanında kelam ve akaid ilimleri fıkıhtan ayrılmış yeni bir disiplin oluşturmuşlarsa, iktisat, siyaset vb. de fıkıhtan ayrılıp müstakil bir ilim halini alabilir. Bu tabi aynı kaynaktan beslenmeleri şartıyladır. Havuzların farklı olması zenginliktir.
O’na göre fıkıh, “et-tafakkuh fi’d-din” olduğundan olaylara dinî, ahlakî, tasavvufî yönlerden yaklaşmaktadır. Yani olayı bütün yönleri ile ele almaya çalışmakta, parçacı yaklaşımdan özellikle kaçınmaktadır. Diyebiliriz ki bütünü görmeye önem vermektedir. İşte “Garibce” de tam da bu bakış açısının bir sonucu, semeresidir.

Garibce

Ben bir Garibce’yim hayat salında
Ne işim olur benim erik dalında
Garibce kimsenin dili değil, özünde kabaran duyguların, zihninde çakan fikirlerin, aklında uçuşan fikirlerin ve tabi ki yılların birikimi bilginin dili” diyor kendini tanımlarken ve şiarının da bilgi, duygu ve mizah olduğunu ekliyor.
Garibce 2012’de kurulmuş bir blogdur, aslında bir blog olmaktan daha çok anlam ifade eder. Çünkü burada yıllarca büyük gayret ve emeklerle oluşturulmuş bir birikimin olayları ve meseleleri yorumlaması söz konusudur. Bu meseleler ve olaylar her şeye dair olabilir. Zira ona göre fıkıh daha önce de söylendiği gibi “et-tafakkuh”  şeklindedir, dolayısıyla hayatın içinden bütün olaylar onun ilgi alanına girer.
Aslında Garibce’nin tarihi daha eskidir. Duygu ve Hikmet ile Öykülerin Büyüsü, Kırk Mesel Hadis, imam hatip okulları için Fıkıh ve Fıkıh İlmine Giriş gibi eserlerle daha önceki yazıların bir kısmı yayınlanmıştır. Garibce, 02.09.2012 tarihli yazısından kendinden ve bloğun ortaya çıkma serüveninden bahseder.
Garibce fıkhî açıdan yeni meselelere dair hüküm verirken veya yorumunu bildirirken şu ana prensipler ışığında hareket eder:
-          Tevhid ilkesi: Halk’ın da emr’in de âlemlerin Rabbı olan Allah’a özgülenmesi esası.
-          Tekvin-teşri ayrılmazlığı: Teşriin tekvine nisbeti prospektüsün ilaca nisbeti gibidir.
-          İnanç-eylem ve erdem bütünlüğü: İlk ikisinin üçüncüyü doğuracak şekilde var oluşu.
-          Et-tafakkuh fi’d din anlayışı: Dini her boyutuyla bir bütün olarak kavrama ilkesi.
-          Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tegayyuru inkâr olunamaz kaidesi: Makâsıd ve vesâil dengesi keza taabbudîlik ve talîl ilkesi.
-          Maslahatın her hükmün sınanmasında ilke olarak kullanılması prensibi.
-          Fıkhın, bir süreç olarak dinin hayatın içinde tutulması çabası olması.
Garibce’yi daha yakından tanımak için yazılarına bakmak daha doğru olacaktır:
Garibce iyi bir gözlemcidir. Gözlemlediklerinden müthiş sonuçlara ulaşabilmektedir. Örneğin kendisine gönderilen bir sempozyum davetiyesinden bile çağın getirdikleri ile hükümlerin de değiştiğini vurgular ve dahası destekler de:
 “Gerçekten, yaşanan hayatı öğrenmek için iyi ki varsınız.
Tüyü bitmemiş yetimin malları türünden köhne söylemler ve  bilmem kaç düğümlü bir deve yularını attığı için bir türlü hesabını veremeyen Ömer’in adaletinden hala dem vuran ve onlardan medet umanlar var. Bunlar artık eskimiş nümune-i imtisaller. Oysa bizim imaj ufkunda parıldayacak ve cümle alemin gözlerini kamaştıracak yeni rol modellere ihtiyacımız var.
Ve ey başkanlarımız, rektörlerimiz iyi ki varsınız!
Müslümanlar köyden geldiler, köylü kaldılar. Temedün-i hâdıra sizin ellerinizde neşvü nema bulacak ve bu medeniyetin yeni azizleri sizler olacaksınız.
Var olma yarışında, artık herkes sizi hizaya alarak kendisine bir yer edinmeye çalışacak.” ( En büyük davetiye bizim davetiye!)
Bazen bunu; evinin bahçesindeki kendi eliyle diktiği, fidanken etrafına çelik ip bağladığı ama büyürken almadığı ve zamanı geldiğinde gövdeye dar geldiği için kırılan ağaca söyletmektedir:
“Ya işte böyle!
Yılların emeği boşa gitti. Ne yüzünden? Vaktiyle yapılan fidanın yararına olan bir durumun ağacın boy atıp büyümesi ve çapının gelişmesi halinde yeni durumuna uygun yapılması gereken işin yapılmaması, ihmal edilmesi yüzünden.
Canlı ve bitki bünyeleri böyle olduğu gibi sosyal kurumlar vb. de böyle. Bir küçüğü korumak üzere koyduğunuz velayet yetkisi, çocuklar büyüyünce de aynı şekilde devam ettirilmek istenirse o çocuklar hiçbir zaman büyüyüp de adam olamazlar.
Kurumlar da öyle.
Sistemlerde öyle.
Şeriatlar bile öyle.
İlk geldiği gibi kalmıyor, hayata muvazi olarak değişiyor. Değişmesi gerekiyor.
Bu değişimi başarıyorsa ayakta kalıyor ve daha güçlü bir vaziyette varlığını sürdürüyor.
Aksi takdirde bizim ağaç gibi küt diye kendisine bağlanan bütün umutlarla birlikte yıkılıp gidiyor. Emekler boşa çıkıyor”. ( Değişime ayak uyduramadım, emeklerim boşa gitti.)
Ona göre ahlak fıkıhtan ayrı değildir, ahlakilik dinin amacıdır, önceliğidir ve tarihte müslümanları üstün kılan da ahlaki vasıflarıdır:
“İşte bu ahlâkîlik, işte bu ilkeliliktir ki Müslümanları ve İslam’ı güçlü yapmıştı.
Bu ruhtan uzaklaştıkça, ahlaken değer kaybettikçe Müslümanlar zelil olmuşlardır.
Onları bir arada tutan en güçlü bağ işte bu ortak ahlakîlik esaslarıydı.
Her şeyi kaybetsek de bunları kaybetmememiz gerekirdi.
Çünkü Müslümanlığın asgarî koşulları bunlar demekti.
Sağlam ve sahih bir inanç düzlemi üzerine bina edilen ibadetlerimiz bile işte bu ahlakîliği sağlamak ve sürdürmek içindi.” (Ah bir önceliklerimizi belirleyebilsek!)
Meseleleri yorumlarken “empati” kurması, önemli ve belirgin özelliklerindendir. Buna özellikle “Mesafe ve Empati”, “Empati ve İsar” başlıklı yazılarda görülebilir. Ayrıca diğer yazılarındaki satırları kaleme alırken de empati yaptığına sıkça rastlanır. (Örneğin; Saîd Ramazan el-Bûtî: Bir âlimin mürekkebine şehadet kanı da karıştı”)
Garibce’nin geniş bir konu yelpazesi vardır. Bazen önemli bir alimin öldürülmesinden dolayı arkasından bir ağıt yakar (Saîd Ramazan el-Bûtî: Bir âlimin mürekkebine şehadet kanı da karıştı), bazen katıldığı toplantı, sempozyumlardaki bir meseleyi ele alır, konunun ele alınışındaki aksaklıkları dile getirir ve olması gerekeni anlatır (Ne olur, kapı duvar olmasın!, IV. Din Şurası 2009 Ardından Bazı Değerlendirmeler, Bütün Yönleriyle Hac Sempozyumu Değerlendirmesi, Isparta Fıkıhçılar Toplantısının Ardından: Bilimsel Çalışmalarda Zaaf Sebepleri, Rihle fi’t-taâm), bazen aslî mekanına duyduğu özlemden ve oralara dair şeylerden bahseder (Bir Köy Var Toroslarda, Ben yaylaya gitmek istiyorum ), bazen fıkhî bir meseleyi ele alır (Vajinal akıntının dini hükmü, Süt Bankası, Jelatinli balık yağı kapsülleri, Keşke benim de aklım karışık olmasa!) bazen ise öğrencilere dairdir yazdıkları (Siyer ve Fıkıh dersimizin ardından!, Bir mezuniyet uğruna ya Rab ne kıyafetler geçiyor!, Burs paralarını ne yapsam, Armine mi Aker mi alsam?) ve daha bir çok konuyu ele alır, değerlendirir.  Yani kısacası halkın vicdanını sızlatan bir hadiseyi, kamuoyunu meşgul eden bir durumu, zihnine takılan bir olayı, duyduğu-gördüğü veya farkına vardığı yeni bir şeyi paylaşmaktan, bir olayla ilgili hislerini-duygularını açıklamaktan çekinmez. Bunları yapması gerektiğine inanarak bir sorumluluk bilinci ile veya içinden geldiği için yazar. Halkın içinden biri olarak yazar yazılarını. Dolayısıyla dili anlaşılırdır. Zaten okuyan herkesin anlaması (bir yerde kendisinin de ifade ettiği gibi irşad amacı da taşıdığı) için yazılarını kaleme almaktadır. Aslında yazılan yazılarla hukuk sosyolojisi de yapılmaktadır.
Kendisinin Garibce’ye bakışı ise şöyledir:
Garibce tuttu. Hatta bazı hocalarım beni artık Garibce olarak çağırıyor. Hoşuma gidiyor mu? Pek bilmiyorum. Çünkü Garibce ben değilim, o içimdeki ben. Biraz muzip, yazgan, eyvallahı olmayan biri. Oysa ben garibim öyle mi? Ağzı var dili yok… Üstelik ilk görenler için oldukça sert bir görüntü veriyor, kendisine yaklaşılması zor görülüyor. Sessiz mi sessiz. İş bölümünde konuşmak ellere, dinlemek ona düşmüş. Hele anlatılan bayat ve kaba fıkralar karşısındaki tutumu, anlatanı çileden çıkartacak kadar soğuk ve tepkisiz. O yüzden fıkra anlatma meraklısı olanlar ondan çok haz etmezler.
Neyse ki sonuçta Garibce de içimdeki ben. O yüzden Garibce diye çağrılmamı çok da yadırgamıyorum.”
Garibce,  meşakkatli ve zor bir süreçten geçerek ancak elde edilmiş bir bilgi ve tecrübe birikiminin hayata ve insana dair her şey hakkında samimi bir şekilde yazdığı birçok değeri içinde barındıran yazılardır. Dürüst, içten ama mesafeli, heybetli bir duruşu simgeler. Gariptir ama içinde nice farklılıkları barındıracak kadar da kocaman bir yürek vardır. Şehy Galib’in dediği gibi; “Bir şu’lesi var ki şem’i cânın, fânusuna sığmaz âsumanın”…
Feyruz’un bir şarkısında “ إنما الناس سطورٌ كتبت لكن بماء” dese de, bazı insanlar vardır ki isimlere kayalara nakşedilmiştir, asla silinmez. Siz de onlardan birisiniz Hocam…Öğrenciniz olduğum için çok mutluyum, gururluyum. Hürmet ve saygılarımla…

Kübra NUGAY


1 yorum:

  1. Tebrik ederim Kübra ablacım, çok güzel bir değerlendirme olmuş:)

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...