26 Nisan 2012 Perşembe

İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları


Dün 25.04.2012 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde idik. İslamî İlimlerde Yöntem Üzerine Konuşmalar üst başlıklı bir dizi konferansın üçüncüsü İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları başlığını taşıyordu ve konuşmacı bendim. Ne de olsa deplasmandır diye sevgili araştırma görevlilerimizi ve  taze doktorumuzu da yanıma aldım. Doğrusu bizi çok iyi karşıladılar, erikletme (!)den  mükellef bir yemek ikramıyla işe başladılar. Ondan sonra konuşturmaya geçtiler. Hansu başta olmak üzere bizim ile ilgilenen hoca ve arkadaşlarımıza teşekkür ederim.

Artık bizim yaştakiler belirli bir olgunluğa ulaşmış olmalılar. Aynaya baktığımızda yüzümüzdeki yılların izi gerçi bunu bize söylüyorsa da başka vesilelerle bunu görmek de iyi oluyor. Çünkü her gittiğim yerde saçları ağarmaya yüz tutmuş ve hoca olmuş kimseler öğrencimiz olarak bizi istikbal ediyorlar, elimizi öpmeye kalkışıyorlar ve bizi mahcup ediyorlar. Salonda hoca olarak benim talebem olmuş kişiler de vardı. Haseki’de benim hocalığımı yapmış bir hocamız önde dinleyiciler arasındaydı ve bizimle yakından ilgiliydi. Film oynatmadığımız için olmalı salon dolu değildi, ama imtihan sonrası olması, daha da çok bu tür programlara bir doygunluk hissinin genelde zâhir olması gibi mazeretlerimiz vardı.

Hasan-ı Basrî konuşmasına başlamak için bir hatun kişinin gelmesini beklermiş. Bir lokma ki fil için hazırlanmış, bir karınca onu nasıl hazmetsin… dermiş. Başka hiç kimse olmasa bile benimle gelen üç kişi aslında benim saatlerce emeğime değerdi. Kaldı ki gözleri ışıl ışıl parlayan gençlerimiz, az da olsa bizi dinlemeye gelen hocalarımız vardı. Fıkıh alanından sözünü ettiğim hocam hariç başka kimse yoktu.

Aslında elimde bu iş hazırlamış olduğum on dört sayfalık bir metin vardı ve onun için epey bir emek de harcamıştım. Bununla birlikte her zaman yaptığımı yaptım ve serbest konuşma tarzında sunumumu sürdürdüm.

Usulün oluşumu, furûa tekaddüm edip etmeyişi, tedvinindeki amacın ictihad faaliyetinin tutarlılığını denetlemenin, insan zihnini doğruya yönlendirecek ilkeleri elde etmenin ötesinde ne olduğu, ilkten anlamanın ya da yeniden anlamanın usulü olarak tasarlanıp tasarlanmadığı gibi konulara değindim.

Şu anda vardığımız yerin delillerin bizi getirdiği yer mi, yoksa esasen bizim varmak istediğimiz yer mi olduğunu ayırt edebilmek için yaptığımız işlemlerin (fıkhın) sağlamasını yapacak ve adına makâsıd denilen ilkelerin kıstaslığının gerekliliği,
Tevhid ilkesi gereği, tekvin ve teşrîin aynı elden kotarıldığına imanın bir sonucu makine ve kullanma kılavuzu eşleşmesi gibi,  teşrî ile tekvin arasında da böyle bir tekâbuliyeti aramanın  gerekliliği üzerinde durdum.

İstikrarla birlikte usulün işlevinin artık mezhep içi tutarlılığı ve istikrarı korumak olduğu bağlamında meşhur Kerhî’nin sözüne değindim ve iyi de yaptığını söyledim. Ama aynı Kerhî’nin bugün yaşasaydı ne diyeceğini de merak ettiğimi belirttim. Çünkü Kerhî’ye (ö. 340) kadar fıkıh ilahî menşe’li olmakla birlikte beşerî bir sistem olarak oluşmuş ve yerleşmişti. Günümüzde ise o sistemi oluşturan zemin ve alt yapı değişmişti. Alt yapı ile birlikte üst yapıların da değişmesi kaçınılmaz idi.

İcmaın İslam’ın anagövedisini oluşturucu ve koruyucu işlevine mukabil değişime direnç gösterici yönüne değindim.

Bağlamından koparılmış temel metinlerin kendimizce anlaşılmasının bizi ne gibi sonuçlara götürebileceğini örnekler üzerinden anlatmaya çalıştım.

Usulün günümüzde yeni bir inşaya imkân verip vermeyeceği konusunu tartıştım. Bir benzetme ile durumumuzu anlatmaya çalıştım:

“Öyle ya vaktiyle biz büyük muhteşem bir konağa sahiptik. Konak ihata duvarı ile çevrilmiş ve içeride avlusu var, yanı başında kuyusu var, buz gibi içeceğimiz suyu var, kenarlarında mutfağı var, hazın damı var, ambarları var, çevresinde ahırlar ve hayvan barınakları, ısdar dokuduğumuz, tamirat yaptığımız atölye… her bir şeyi var. Bir iki kat da oturacağımız, istirahat edeceğimiz içerisinde mutluluk devşirdiğimiz yuvamız vardı. Kadınlarımız makkarr-ı nisvan tabir edilen avlusunda yunak yurlar, her tür işlerini yaparlardı. Mahremiyet vardı,  çok rahattık, huzurluyduk… Ama bir gün yanımızda yükselen bir gökdelenle karşı karşıya geldik ve bu gökdelenle birlikte artık bizim huzurumuz kaçmaya başladı, mahremiyetimiz yok oldu, hatta adamlar tepeden tarassut etmenin ötesinde ellerindeki aletlerle zumlayarak ta yakamızın açığından en mahrem yerlerimizi gözetleyecek hale geldiler, Kuyumuzun yanı başına açtıkları fosseptik çukurundan bizim kuyuya sızmalar başladı. O tatlı suyumuz tadını kaybetti, içemez olduk.

İşte böyle bir duruma benziyor diye düşünüyorum ben şu anda kendimizi ve bu durumda ne yapabiliriz konusunu tartışıyoruz, Evet bu durumda ne yapalım.
İçimizden bazıları o gökdelenden bir daire de biz kiralayalım, oraya taşınalım, bu iş toptan böyle çözülsün dediler ve bu hala deniyor.

Bir kısmı da hayır burası bizim ata yadigârımız, kendi öz vatanımız, yurdumuz, bakın her bir nimet ve imkânımız da var diyor ve olanı biteni görmezden geliyor ama özümüze kadar, iliklerimize kadar da bu rahatsızlığı bir şekilde hissediyoruz. Konağı tümüyle hangarlamayı bile göze alarak problemin üstesinden gelme çabası içinde olanlar var; kelebeğin kendi etrafına koza örmesi gibi.

Burada bizden kaynaklanmayan sebeplerle iş bu hale gelince biz bunun içinden nasıl çıkarız? Bu hali koruyarak işi götüremeyeceğimiz anlaşılıyor. Taşınarak bu işin hiç olmayacağı, açık; kimlik sorunudur şudur budur. O zaman yeni bir inşa gerekli mi diye ciddi bir soru gerekiyor. Özellikle hukukla ilgili olarak bizim mevcut birikimimizin asırlar boyu ihtiyaçlarımızı harikulade bir şekilde karşılamış olan bu birikimimizin bizden kaynaklanmayan sebeplerle artık bizim maksadımıza kafi gelmediği, dolayısıyla yeni bir arayışın içerisine girmemiz gerektiği ortaya çıktı, aşağı yukarı pek çok kişi bu fikre katılıyor diye düşünüyorum. Yani en azından ben öyle düşünüyorum. Sonra biz bu inşayı elimizdeki mevcut malzemelerle onları aynen kullanarak yapabilir miyiz? Yani bir enkazdan tabiri caizse yeni bir inşa yapmamızın imkanı var mı? Yoksa başka bir şey mi olacak. Hani hatırlayalım, fıkhın oluşumuyla ilgili bir söz vardı İbn Mesudlar ekmişti, Alkameler sulamıştı, Nehaîler hasad etmiş, Hammadlar dövenini sürmüştü,  Ebu Hanife öğütmüş, un etmiş,  Ebu Yusuf hamurunu yoğurmuş, Muhammed de pişirmiş ve böylece ekmek yapılmıştı. Nasıl böyle bir süreç yaşanmış ve bu sürecin aşağı yukarı Ebu Hanife’nin ölümü 150 ve Ebu Hanife’nin geride bıraktığı mirasın sistemleşip oturması, istikrarı sağlaması ta 340’larda vefat eden Kerhî’lere kadar ancak gerçekleştiği dikkate alındığında bunun ha deyince olmayacağı anlaşılıyor. Üç asırda ancak oluşmuş bir süreçten söz ediyoruz. Haydi günümüzde iletişim, teknoloji şunlar bunlar ilerledi dolayısıyla bu hızlandırılabilir diyelim ama ne kadar hızlandırılabilir ki. Dolayısıyla bizim bu konuda çok ciddi anlamda zamana da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yani şu anda bizim fıkıh namına ya da usul namına ortaya sunduğumuz düşüncelerin böyle bir inşayı oluşturacak bir malzeme birikimine ya da teknoloji birikimine bizi müheyya haline getireceğini de zannetmiyorum. Ama böyle bir ihtiyacın olduğunu biliyorum ve bu ihtiyacın ancak yeni bir inşa ile de karşılanacağını görüyorum ve bu anlamda ictihadın neliğinden çok daha önce fıkhın neliği gibi ciddi sorunlar üzerinde çok daha öncelikli olarak durmamız gerektiğini düşünüyorum.”
……………
İki saat kadar süren bir etkinliğin son yarım saat kadarı soru cevap ile geçmişti. Herkesin kapı pencere yaptığı bir akademik program yerine her bir ferdin büyük bir freskin tek bir boncuğu üzerinde emek veren büyük bir projenin bir parçası olduğu bir süreç temennisiyle katılımcıları ve bize böyle bir imkânı sunanları kutluyorum.


Dua ile!

26.04.2012
Garibce




1 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...