12 Nisan 2012 Perşembe

VE SEN EY SEVGİLİ PEYGAMBERİM!

Kutlu doğum kutlu olsun.
Hafta sonu bu münasebetle Kıbrıs'ta olacağım. Neler yapılabilir diye arşivi karıştırırken vaktiyle hasbihal tarzında  yazılmış bir yazıyı sizlerle paylaşabileceğimi düşündüm.
Onu tarihte yaşanmış bir kesitte değil, ufkumuzda bir ideal olarak görebilirsek işte o zaman ne mutlu bize.
Sevgiyle!
Garibce
12.04.2012

 

VE SEN EY SEVGİLİ PEYGAMBERİM!




Selâm sana ey kutlu peygamber!

Selâm sana ey kul peygamber!

Selâm sana ey başı arşa kadar yükselse de ayakları hep yerde olan yüce insan, salâtü selâm olsun sana yüzlerce binlerce, küresel dünyanın mazlumlarının ahu eninleri adedince.

Ne iyi etmiş de gelmiştin, dolunay gibi doğmuştun üzerimize ya Rasûlallah! Her taraf kapkaranlıktı, süflî arzular ulvî duyguları sarmala almış, belden aşağısına kilitlenmiş akıllar insanı şehvet çukuruna düşürmüş, doğruya iletmesi beklenirken dümeni her türlü denaetin boy verdiği bataklığa kırmıştı. Özünde küllenmiş, derununda saklı kalmış masum fıtratın can havliyle, maşeri vicdanın derinden gelen sızlamalarıyla uğraştıkça daha da çok batıyordu… Ufuk kap karanlıktı, ya Rasûlallah! İnsanlığın giriftar olduğu bu girizgahta tünelin ucunda en ufak bir ışık yoktu. İnsanlık güneşi tutulmuş, ayı uğursuzlar çalmış, yıldızları çapul edip gökten süpürmüşlerdi. Üstümüzde gök bile yoktu, sanki bir kâbus gibi çökmüştü üzerimize karanlık ve her şey el yordamıyla götürülüyordu, nice insan odun topluyorum diye kendi helâkini hazırlamak üzere hurcuna yılan dolduruyordu.

Ve sen ey Peygamberim, ne kadar çok bekleniyordun. Seni herkes bekliyordu. Ama zayıflar, çaresizler, umudunu yitirmişler herkesten daha çok bekliyorlardı seni. Köleler vardı bunların başında! Anaları hür doğurmuş bu insanlar, nasıl olmuştu da gene kendileri gibi doğrulmuş diğerleri tarafından köleleştirilmiş, boyunduruk altına alınmışlar, insanlıkları unutturulmuş, mal muamelesi görmekteydiler. Alınıp satılır, efendisinin ödediği bedeli çıkartmak için hayvan gibi çalıştırılırlardı. Dişi ise şayet, gerekirse etini satıp efendisini doyurmak zorunda kalırdı.

Kadınlar belki seni daha da çok beklemekteydiler. Onlara insaniyetlerini öğretecek, hayatı erkeklerle eş olarak paylaştıracak, onlara kucak açacak, merhamet kanatlarını gerecek, yüzlerine gülecek, doğum müjdesini sevinçle karşılamayı öğretecek, onları yetiştirip yuva kurmaları için gayret sarf edenleri cennetle müjdeleyecek, içlerinden çocuk doğuranlara anneliği, cennetin ayaklarına serileceği bir paye olarak lütfedecek, en insanî şekliyle onu nikâhla edinilen ve istendiği gibi kullanılan ve istendiği gibi atılan bir meta olmaktan çıkarıp evlilikte eş (zevce) kılacak ve hayatı paylaşacağı eşine karşı vazifeleri kadar haklarının da olduğunu haykıracak, evliliğin amacını hayvanî güdülerin tatmininden ibaret görmeyip, onu süflî arzuların giderilmesi olmaktan çıkarıp insanî kökten gelen “ünsiyet”le izah edecek ve “kadınların, erkeklerin diğer yarısı” olduğunu insanlığın sağır olmuş kulaklarına haykıracak ve bütün bunları sözde bırakmayıp hem kendi özünde, hem de insanlığa mal olacak şekilde önderlik ettiği toplumda uygulamaya koyacak bir kutlu eli ne kadar çok beklemedelerdi.

Ve sen ey sevgili Peygamberim! Ya mazlumlara, kimsesizlere ne demeli. Malını satmış, bedelini alamamış, haksızlığa uğramış, dava edecek bir merci bulamamış, birkaç bahadırın ve senin de içinde bulunduğun “Hılfulfudul”ların o cılız seslerinden medet umar hale gelmiş bu kimsesizlerin velisi, hamisi olacak, sadece haklarını isteyen, emeklerinin karşılığını almaya çalışan bu kimsesizlerin penahı, sığınağı olacak birini elbette beklemekteydiler. Onların imdadına yetişen de sendin ya Rasûlallah!

Ve sen ya Rasûlallah! Sen gelmeden insanların şerefi soyuyla, sopuyla, derisinin rengiyle, mallarının çokluğu ile ölçülüyordu. Sen gelmeseydin Bilal’i kim tanır, Suheyb’e, Selman’a kim itibar ederdi. Derisi kazan karası gibi olan Üsame, içlerinde Ebû Bekir’in de bulunduğu bir İslâm ordusuna nasıl komutan olurdu? Yoksulluktan ağızları kokan, açlıktan karınlarına taş bağlayan nice insanımız, senin önderliğinle kazandıkları erdemlerle, getirdiğin ilme kalplerini ve kafalarını açmalarıyla medeniyetimizin birer sütunları oldular ya Rasûlallah!

Seni aslında herkes beklemedeydi, canlılar, cansızlar, cinler, melekler… bir şekilde yolunu gözlemekteydiler. Cinler seni dinlemeye geldiler ve uğurlu mesajını kendi âlemlerine taşıdılar.

Yerde sürünen yılan, sevgilin Ebû Bekir’in ayağını neden sokmuştu? Sığındığınızda mağaraya o büyük insan etrafı kolaçan etmiş ve öylece içeri girmiştiniz. İçinde bulunduğunuz baskılar, yol yorgunluğu, sıkıntılar hep bir araya gelmiş ve onun dizine o kutlu başını koyarak dinlenmekteydin. O sırada yâr-ı gâr, orada bir delik olduğunu sezmiş ve herhangi bir haşarat çıkar da sana zarar verir diye, deliği yalın ayağı ile tıkamıştı. Ve o an büyük bir acı duydu, belli ki bir yılan ısırmıştı ayağını. Fakat sen dizi üstündeydin, hiç kıpırdamadı sen rahatsız olmayasın diye, ama o da bir can taşıyordu, gözünden yaş gelmesine engel olamamıştı, yanağından yuvarlanan sıcak göz yaşları senin gülden yanağına düşmüştü ve sen işte öyle anlamıştın onun ıstırabını. Meğer yılan da, yıllardır senin yolunu bekleyen binlercesi gibi seni görmek için ta oraya gelmişti. Ama seninle arana etten bir engel girmişti, sadece o engeli kaldırmak için ısırmıştı, yoksa senin can yoldaşını zehirlemek olur muydu ya Rasûlallah!

Kabe seni bekliyordu, temizlenmek için putlardan, fal oklarından, anlamsız merasimlerden, o Hz. İbrahim’in kutlu elleriyle inşa edilişinin amacından saptırılmış, işlevini yitirmiş, ticarî meta haline getirilmiş Kabe, neden karalar giymişti dersin ya Rasûlallah! Aslında etraftaki putlar da seni bekliyorlardı, anlamsız secdelere duvar olmaktan bıkmışlar, “Hak geldi bâtıl zail oldu” diye senin bir işaretini bekliyorlardı, Hakk’a secdeye kapanmak için… Ve de öyle olmuştu. Seninle daha nice putlar devrilecekti ya Rasûlallah!

Gençliğinde yük taşımış ve şimdi yaşlanmış olduğu için ölüme terkedilmiş develer, merkepler... senin âlemlere rahmet oluşunla ilgili olarak hayatlarını idame ettirebileceklerdi. Karnı doyurulmayan, haşarat tutup yemesi için serbest de bırakılmayan ve hapsedilerek açlığa ve ölüme mahkum edilen bir kedi yüzünden sahibesini cehennemle korkutan, susuzluktan dili sarkmış kehleyen bir köpeği, canını tehlikeye atarak ikinci kez kuyuya inen ve su doldurup ağzıyla taşıdığı ayakkabısı ile sulayan fuhuş bataklığına düşmüş bir kadını cennetle müjdeleyen bir peygamberi hangi canlı beklemezdi ki ya Rasûlallah!

Günahkârlar bekliyordu seni ya Rasûlallah! Eğer iş şu insanlara, senin kutlu mesajından gafil din adamlarına kalsaydı var ya, din adına ne kafalar kesilir, nice ümitvar insanlar umutsuzluk batağına atılırdı. “Gel! Gel! Her ne olursan ol yine gel!” davetini yapan Mevlanalar, Yunuslar… senin dergahından yetişti ya Rasûlallah! Eğer senin tövbe öğretin olmasaydı, herkesin tertemiz dünyaya geldiğini haykırmasaydın, tövbe edenin hiç günah işlememiş gibi olduğunu duyurmasaydın işlerimiz, akıbetimiz ne olurdu ya Rasûlallah! Günah batağına batmış, nice insan saplandıkları bataktan kendilerine uzanacak bir el beklerler ama hep tekme yerlerdi. Ve nihayet sen geldin de sevgiyle, şefkatle uzattın onlara gülden ellerini. O el tutulmaz mı, öpülmez mi, koklanmaz mı ya Rasûlallah! “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işlemişlere olacak” buyuran da sensin. “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı” öğrettin inananlara. Gecenin, karanlığı ile her şeyi örttüğü gibi, O’nun da rahmeti ve sevgisiyle nice günahları bürüdüğünü, dolayısıyla bizim de örtücü olmamız gerektiğini sen öğretmiştin. Hem günahsız olmak ne demek. Kula, insana yakışır mı acep. Mecdelli Meryem, senin peygamber kardeşin kul İsa’ya zina ettiği isnadıyla getirilip, taşlanarak öldürülmesi istendiğinde, o şefkat peygamberi, “ilk taşı içlerinden günahsız olan kişinin atmasını” istediği zaman, çıkan gitmiş, çıkan gitmiş ve nihayet yanında sadece kadıncağız kalmıştı. Düşünün bir kere Yaratıcının nasıl settâr olduğunu. Eğer, bütün günahlar, içki gibi sarhoşluk verseydi, acaba dünyada ayık kimse kalır mıydı? Ben kendi hesabıma söyleyeyim, Settâr olan Yüce Allah, eğer işlediğim günahları, kusurları, aklımdan geçen ve çoğu kez yüzüm kızararak hatırladığım düşünceleri kendime dahi unutturmasaydı, eminim ki insan olarak hiç kimsenin yüzüne bakamazdım. Allah, kendi yapıp ettiklerimizi bize bile unutturuyor ve böylece örtüyor. Örtüyor ki, biz de onun ahlâkıyla ahlâklanalım ve biz de örtücü olalım.

Ve sen ey Peygamberim! Umut dağıtan rehberim! Nice kanları heder kılınanları, haklarında ölüm fermanı çıkarılmış olanları bile affetmiş bulunan yücelik timsalim, hoşgörünün adresi sultanım. Elimizde bir mühür, önümüze gelenin alnına kâfir damgası basma yarışına girmiş bizler, örnekliği senden almış olabilir miyiz? Bu nasıl mümkün olur ya Rasûlallah!

Tarih boyu insanlar senin getirdiğin dinin mayasıyla oluşan anlı şanlı bir medeniyetin içinde buldular kendilerini, yolun yolları oldu, huzur devşirdiler senden ve o huzuru Medine’den dalga dalga yayılan fetihlerle nice iklimlere taşıdılar, öyle oldu ki ya Rasûlallah, “dünyada en etkin kim?” sorusuna, insanlar hep bir ağızdan senin adınla cevap verdiler. Sanki dünya senin için dönüyor ve senin adın her dem semalarda çınlıyor, arşa yükseliyordu, hem de arşın sahibinin adının yanında ya Rasûlallah!

Öyle sevildin ki ey sevgi peygamberi, adın adları oldu. Dünyanın en muazzez ordusu ancak senin ocağında yetişirdi. Bu muazzez orduda sana yabancı olamazdı. Bu bilinçle, ordularımızda her nefer senin adını almış ve senin adınla anlı şanlı Mehmetçik olmuştu. Bu satırların yazarı 31 kişilik bir sınıftayken, yedi arkadaşının adı senin adındı ya Rasûlallah! İslâm ümmetinin hamisi Osmanlı Devlet-i Aliyyesi, o ulu çınar yıkılmış ve yerine taze bir fidan gibi yeniden dirilişi gerçekleştirmek için top yekûn yola çıkma arayışları belirmişti. Onların başında senin adını taşıyan birisi vardı ve sarıklılarla kalpaklıların birlikte yola baş koydukları istiklal sevdalısı, ümmetin yeni umudu yüce mecliste onlarca senin adını taşıyan mebus vardı ya Rasûlallah!

Zaman oldu insanlık, kendi öz değerlerine yabancılaştı, kendisine yabancılaştı. Neye yaradığı hiç de belli olmayan bir özgürlük ya da özerklik adına insanlık bütün kutsal değerlerden bağını kopardı ve tabir caizse ipsiz kaldı ya Rasûlallah! Bundan nice paydır bize de, senin kuzucuklarına da düştü ya Rasûlallah! Hani buyurmuştun ya, “Sizler, özünü ateşe atmak için üşüşen kelebekler gibisiniz, ben ise mani olmaya çalışıyorum, sizi bel kemerlerinizden yakalayıp, ateşe düşmemeniz için var gücümle çabalıyorum”. Bunlar bizim hayatımızda da gerçekleşti ya Rasûlallah! Hem öyle gerçekleşti ki, aydınlanma adını verdikleri bir furyaya kendisini kaptırmayanımız kalmadı, aydınlanmanın aydınlığı gözümüzü aldı ve hepimiz, adeta intihar eder gibi hem de top yekûn sözünü ettiğin kelebekler gibi kendimizi onun içine atmaya can attık. Aslında canımızı ateşe atıyorduk ama bilemedik ya Rasûlallah! Bu itibarla şimdi senin yeniden hayatımıza doğmanı öyle bekliyoruz ki! Senin olmadığın modern dünyada insanlık insanlığını kaybetti, yerini kaybetti, saygınlığını kaybetti, masumiyetini kaybetti, özerklik adına özgürlüğünü kaybetti. Sen, Hakka kullukla, kullara kulluktan özgürlüğü getirmiştin. Senin temel öğretini kaybeden insanlık, Hakkın güdümünden kurtulmaya bedel olarak kimlerin ve hatta nelerin güdümünde olduklarını kendileri bile bilemez hale düştüler. Senin tanıttığın Allah’a secde etmeyi, getirdiğin din adına dikilen mabede gitmeyi zül telakki edenler, bütün inananları aynı istikamette buluşturan kıbleyi terk edenler aman Allah’ım ne ağlamaklı hallere düştüler, kimlerin ayağına kapanmadılar, neler uğuruna nice taklalar atmadılar ve aşağılık balçığına battıkça battılar. Kıblelerini kendileri de şaşırdılar; kadın mı, para mı, şöhret mi, korku mu, umut mu…

Ve sen ey Peygamberim! Ne olur artık gene gel ve ufkumuza yeniden doğ, Veda tepesinden Yesrib’e doğduğun gibi doğ. Yaşantınla medeniyet güneşi olup, orasını Medine’ye çevirdiğin gibi gel. Ne olur, insanlık olarak her gün ozon kâbusları gördüğümüz maddeten ve manen kirlenmiş şu dünyamız üzerine yeniden doğ, öyle aydınlat ki dünyamızı, ne doğu-batı ne de kuzey-güney ayrımları kalmasın, insanlık bloklara bölünmesin, ya kırk katır ya kırk satır gibi zora sokulmasın, bunca renge ve tonlara rağmen insanlık beyaz-siyah ikilemine atılmasın, üzerimize gök kuşağının bütün renklerini indir ki orada herkes kendisini bulsun ve herkes kendisi kalarak bir yerde buluşsun, insan olduğunun farkına varsın ve insan olmanın şerefine ersin ve bu şerefin Yüce Kudret tarafından insan olması hasebiyle özüne yerleştirilmiş olduğunu, birilerinin bahşetmiş olduğu, ya da kendisinin söke söke aldığı bir şey olmadığını bilsin ve o şuurla kendisinin bir kul ve bir naip (halife) olarak ne ye yapması gerektiğine gene kendisi karar versin ve elbette ki kendisine yakışanı yapsın.

Selâm sana ey kutlu Peygamber! Ne olur artık bekletme ufkumuza yeniden doğu ver.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...