4 Aralık 2012 Salı

Beş T ve geleneksel bir insanlık yürüyüşü



Din denilince evvel emirde akla peygamber gelir. O kadar ki dinler kurucu peygamberleri adıyla anılırlar; Musevilik, İsevilik gibi.
İslam Dini denilince de ilk akla gelen Hz. Peygamber olmalıdır. Çünkü Kur’an, Hz. Peygamber üzerinden vücut bulur.
Kur’an’ın dinde asıl kaynak olmasının anlamı, Hz. Peygamber’in yirmi üç yıllık hayatı içine inen ve o hayata şekil veren, onu yönlendiren ve onun insanlığın ufkunda örnekliğini (üsve-i hasene) sağlayan bir Kur’an olması demektir. Yoksa o, iki kapak arasında ve güya bugün bize hitap eden, dolayısıyla da istediğimiz gibi anlayabileceğimiz bir kitap değildir.
Dinin temel kaynaklarının Kitap, sünnet vb. diye ayrılması, bir insan bedeninin kan dolaşım sistemi, sindirim sistemi, sinir sistemi… şeklinde ayrılması gibi zihinde bir varlıktır. Gerçeklikte insan, ayrı ayrı olan bu sistemlerin toplamından ibaret değildir. Bunlar gerçeklikte birbirinden ayrılmaz şekilde birlikte bulunurlar ve insanı hariçte de var kılarlar.
Bunlar o kadar iç içedir ki birinin yokluğundan diğerinin de yokluğu lazım gelir.
Kur’an, bizzat Hz. Peygamber’in örnekliğinde, onun şahsında hayatın içine indirilen bir hitaptır, kelamullah’tır.
Belli bir tertip üzere iki kapak arasına konulan ve okunan bir kitap olması tenzil sonrası başarılmış bir durumdur. Müslümanlar İslamlıklarını kitaptan okuyarak değil, nesil be nesil sonrakilerin bir öncekilerden tevarüs etmesi şeklinde öğrenmişler, hayatlarını sürdürmüşler, kültür ve medeniyetlerini bu yolla inşa etmişlerdir. Kitabı okumaları kendi dinlerini kendileri inşa ve yeniden tesis anlamından çok bir tür şarj olma anlamı taşır. 
Tevarüs edilen bu din, içine Kur’an’ın indiği ve Hz. Peygamber’in de beş te ile ete kemiğe büründürüp de görünür kıldığı, kendi örnekliği üzerinden sahabenin, sahabenin örnekliği üzerinden tabiinin, tabiin örnekliği üzerinden de daha sonra gelen neslin… ve nihayet bize kadar gelmiş olan bir dindir.
Biz din ve onun geleceğe taşıyıcısı gelenek derken, ta ilk insan ve peygamber Hz. Âdem ile başlayan ve her dönemin peygamberi elinde yenilenen ve bu kutlu zincirin son altın toka halkası Hz. Muhammed’in elinde kemale eren ve onun ardından da onun varisleri tarafından sürdürülecek olan bir süreci kastediyoruz.
Bu süreç, vahyin nüzulü ile başlayan memba-ı rahmanînin tabii mecrasını bularak insanlığın geleceğine doğru akıtılan birer hayat ırmakları biçiminde işlemiştir ve bu hal kıyamete kadar da devam etmek durumundadır.
Hz. Peygamber “Kur’an’ın tenzili için biz mücadele ettik, savaştık, siz de tevili için mücadele edeceksiniz” buyururken, tevilin de en az tenzili kadar önemli olduğunu vurgulamak istemiştir.
Çünkü tahrifin çeşitli şekilleri vardır. Lafzı tahrif etmek bunun en başta akla gelenidir. Kur’an, bu anlamda tahriften korunmuşlukta garanti altındadır. Bu konuda hiçbir sıkıntı yoktur. Bugün Kur’an’ın lafız olarak korunmuşluğu konusunda Şia da dahil olmak üzere tam bir tevatür vardır ve bu konuda hiçbir kimsenin ihtilafı bulunmamaktadır.
Tahrifin bir başka yolu da yapılan tevillerle, anlamları saptırmaktır. Tarih boyunca bu türden tahrif girişimleri hep olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Lafız aynı  lafızdır fakat ona öyle yeni/farklı anlamlar yüklenmiştir ki, ne Hz. Peygamber’in ne de ilk muhataplar olarak sahabenin aklına gelmiştir.
Kim demiş, “Zırva tevil götürmez” diye.  Valla bizde öyle zırvalıklar yapılıyor ki, kimse götürüp götürmediğine de bakmıyor. Uysa da uymasa da kabilinden piyasaya sürülüyor. Bitli baklanın kör alıcıları da mal bulmuş mağribi gibi onların üzerine akıl almaz bir tehacümle çullanıyor. Sürücü de revaçtan memnun, reytingine bakarak yaptığı şeyin iyi bir şey olduğu zehabıyla mest olup kendinden geçmiş oluyor. Ve birbirine öykünen nice kimi nebi kimi mehdi, kimi giyinik kimi çıplak, kimi beyaz kimi siyah bir sürü mecanin sinir törpüsü işlevi görüyor.
Kur’an’ın işte bu kabilden tahriflerden korunmasının yegane teminatı, onun geleneğin koruyucu atmosferi içinde muhafaza edilmesidir.
Dinin öğrenilmesi ve nesilden nesle aktarılmasının yolu tevatür ve tevarüstür.
Hz. Peygamber’in hayatından bağımsız ne tek başına ayetler ve ne de tek başına hadisler ve sair rivayetler bir din inşasına medar olamaz.
İşte bu yüzden hep gelenek diyoruz. Geleneğin en güçlü iki koruyucu umdesi sünnet ve icmadır.
Sünnet beş T ile formüle edeceğimiz bir işleve sahiptir:
1. Tebliğ: Buyurulanı duyurma.
2. Talîm: İndirileni öğretme.
3. Tebyin: Açıklama.
4. Tatbik: Uygulama, örneklik ortaya koyma.
5.Tezkiye: Arındırma, füyuzat-ı rabbaniden kendi insanlarını da nasiptar etme.
Bu beş işleviyle sünnet, Hz. Peygamber’in varisleri tarafından tevarüs edilmiş ve İslam’ın nesilden nesile aktarılmasının yolu olmuştur.
İcma ise, tevatür ve tevarüs sonucunda kendiliğinden oluşan ve İslam’ın ana gövdesini oluşturma ve geleceğe doğru koruma işlevini gören bir konsensüsün adıdır.  
Sünnet İslam’ın yolunu temsil eder; bu haliyle o zaten Kur’an’ı da içkindir. Hz. Peygamber’in izinden giden Hulefa-yı Râşidîn ve sahabe uygulamalarını da şamildir. Bu aynen karlı bir ovada en önden giden birinin izine, arkadan gelenlerin basarak takip etmesi sonucu izlerin büyüyüp koskoca bir yola dönüşmesi gibi bir şeydir. Zaten sünnetin kelime anlamı da “çölde, önden gidenlerin ayak izlerini takip etme sonucu oluşan yol” olmaktadır. Bu haliyle sünnet Hz. Peygamber’in sözlerinden (hadis) ibaret değil, aksine Kur’an’ı da mündemiç olacak şekilde Hz. Peygamber tarafından başlatılan ve arkasından gelenler tarafından adım adım takip edilen insanlığın geleceğine doğru başlatılmış ve devam ettirilmekte olan en esaslı yürüyüşün adıdır. Zaten çölde parlayan kutlu bir meşalenin 23 yıllık bir süre sonunda Cezire’den çıkarak, daha birkaç asır geçmeden eski dünyanın büyük bir kısmını aydınlatmaya başlaması, indirilenin salt ve yalın bir din olmakla kalmayıp aynı zamanda koskoca bir medeniyet halini alması ve bütün bir eski dünyaya yeni bir soluk, yeni bir hayat bahşetmesi işte bu muazzam yürüyüşün bir sonucu olmuştur.
Bu koruyucu işleviyle sünnet ve icma, İslam’ın tevil yoluyla da tahrifine açık kapı bırakmamıştır.
Başından beri ve bundan kerli naslar, geleneğe aykırı yorumlara kapalıdır.
İslam’ın reforma ihtiyacının olmaması işte bu koruyucu atmosfere sebeptir, bozulmamıştır ki yeniden şekil verilmeye ihtiyaç duyulsun. Ama yeni bir ruha, yeni bir heyecana, yeni bir kana ve yeni bir coşkuya her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Buna da tecdîd denilmektedir. Gelenekte her yüz senede böyle bir tecdidin olacağına dair güçlü bir inanç da vardır.
Esasen bugün de bizim ihtiyacımız olan işte bu yeni ruh, heyecan ve coşkudur.
Garibce ümitvardır.
Garibce, bugünü, kendi çocukluk ve gençlik günlerinden daha iyi görmektedir.
Garibce geleceğe daha bir güvenle bakmaktadır. Çekilen bunca sancılar, ona göre ölümün soğuk yüzünü görmenin korkuları değil, aksine yeni bir doğumun sancılarıdır.
Ve inşallah öyledir.
Dua ile!
04.12.2012
GARİBCE

3 yorum:

  1. tşk eder saygıalr sunarız. çok güzel ifade edildi yüreğimize su serpildi. İlahi korumanın yanında iyi niyetli entellektüel koruma cahil beyinlerdeki kuşkuyu bertaraf eder. Aklı yeten bir insanın anlaşılacak şekilde basitleştirerek izah etmesi Allah ın razı olacağı üstün bir hizmet olmuştur elbette.

    YanıtlaSil
  2. herdogan38@.
    Garibce, Bu harika özet anlatımınızı okuduktan sonra,gördüğüm kadarıyla siz meramınızı ve tezinizi yazılı olarak çok mükemmel bir şekilde ortaya koyuyorsunuz desem, kabul görür mü nezdinizde?
    Selamlar..

    YanıtlaSil
  3. Allah razı olsun hocam.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...