16 Kasım 2012 Cuma

Adalet Üzerine III Denge ve üç erk


 
Denge ve üç erk

Dengenin sağlanması için burada üç ayrı erkin faaliyet göstermesi gerektiği anlaşılıyor:

Birincisi değerler dizisini ve hukuku vaz edecek olanlar.

İkincisi tartı işini yapıp nizaın nasıl hall ü fasl edilmesi gerektiğini adalet terazisi ile karara bağlayacak olanlar.

Üçüncüsü de kılıç sahibi olanlar yani yürütme erkini elinde bulunduranlar.

Demokratik bir yapılanma içinde birinciyi yasa yapıcılar oluşturur. Bunlar meşruiyetini halkın iradesinden alan yasama meclisini oluştururlar. Hukuku bunlar yaparlar.

Yasa yapıcılarca yapılan bu hukuka göre hakların dağıtımını yargı karara bağlar ve nizaları önler.

Uygulamayı da yargı kararları doğrultusunda yürütme erki sağlar.

Bu güçler arasında ayrım olur ancak denge olmazsa o takdirde gerçek anlamda adaletin tecellisinden bahsedilemez. Çok güçlü bir yürütme erki, yasamayı arkasından sürükleyebilir ve yargıyı dahi etkileyebilir. Bu takdirde halkın iradesinin tecelligâhı olması icap eden yasama meclisi güçlünün iradesinin tecelligâhı olur ve hukuk, güçlülerin dünya görüşünün ete kemiğe bürünüp yasa (hukuk) diye görünmesi sonucunu doğurur. Hukukun üstünlüğü namına insanlardan bu tür yasalara saygı göstermelerini beklemek gerçek anlamda hukuk aleyhine bir cinayet olur ve adaletin gerçekleşmesi önünde en ciddi engellerden biri budur.

Bu itibarla bu erkler arasında tam bir dengenin sağlanabilmesi, adaletin ideal düzeyde gerçekleşebilmesinin yegâne teminatıdır.

İslam açısından ele alındığında durum biraz daha farklıdır. Çünkü İslâm’da Mülk Allah’ındır ve mülkü ile ilgili yönetim erki de (el-Emr) ancak O’na aittir.

أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ (54) [الأعراف]

“Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir” (Araf 7/54)

 
Allah, kendi mülkünde başka otoritelere itaat edilmesini Rububiyette tevhidine şirk görür. Dolayısıyla Yaratma gibi, yaratılanla ilgili buyruk da O’na özgülenmelidir.

اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا إِلَهًا وَاحِدًا لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ (31) [التوبة]
“(Yahudiler) Allahı bırakıp, hahamlarını; (hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” (e-Tevbe 9/1)

 
Bu ayetin nüzulü sonrasında eski bir Hıristiyan olan  Adiy b. Hatem itirazvari bir soru sormuş ve Hıristiyanlarca ruhbanların rab edinilmediğini söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, rububiyetten maksadın, yetkisi olmadığı halde ruhban sınıfının Allah’a ait bir yetki gaspında bulunup, helal olan şeyleri haram, haram olan şeyleri de helal kılmaları, diğer insanların da onlara tabi olarak o şeyleri helal ya da haram saymaları olduğunu beyan etmiştir[1].

Allah, halk ettiği âlemlere aynı zamanda buyruk sahibi olması şeklindeki bu müdahalesini el-Emr’in ruhunu bizim dünyamıza indirmek ve ondan oluşan bir şerîa kılmak ve bunun açılımı ve uygulamasını da ulu’l-emr’e havale etmek suretiyle gerçekleştirmektedir.

وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِي بِهِ مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (52) (الشورى)

“Ve işte sana böyle emrimizden bir ruh vahyettik, sen kitab nedir? İyman nedir? Bilmiyordun ve lâkin biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidâyet vereceğiz ve emîn ol sen her halde doğru bir yola çağırıyorsun.” (eş-Şûrâ 42/52)

ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلَى شَرِيعَةٍ مِنَ الْأَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ (18) [الجاثية]

“Sonra emirden bir şerîat üzere seni me'mur kıldık, onun için sen o şerîate ittiba' eyle de ilmi olmayanların hevalarına uyma!” (el-Câsiye 45/18)

 
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (59) [النساء]

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (en-Nisâ 4/59)

 
وَإِذَا جَاءَهُمْ أَمْرٌ مِنَ الْأَمْنِ أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُوا بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُولِي الْأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ إِلَّا قَلِيلًا (83) [النساء]

“Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere  (ulu’l-emr) götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi. Allahın size lütfu ve merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.” (en-Nisâ 4/83)

 

Ulu’l-emr vaktiyle hem ictihad ehliyetini haiz olan hem de yürütme erkini elinde bulunduran tek bir zümre iken özellikle Emevîler ile birlikte ulema ve ümere olmak üzere iki sınıf halini almışlardır. Birinci zümre yani ulema el-emr’in açılımını sağlamak ve kendi dönemlerine uygun içtihatlar geliştirerek hukuku oluşturmak yolunda çaba göstermişler, ümera da onların oluşturdukları hukuku uygulamaya koymuşlardır.

Demokratik yapılanmada yasama meclisi halkın iradesini şekillendirme yolunda faaliyet gösterirlerken, ulema, el-emr’in bir ruhu olmak üzere indirilen şeriatın bir süreç halinde kıyamete kadar güncellenmesi ve uygulanabilir kılınması yolunda cehd ve çaba gösterirler, teknik tabirle ictihad ederler.

Bu ictihadlardan zaman içinde yine bir süreç halinde icmalar oluşur ve bu yolla İslam’ın ana gövdesi oluşturulur ve korunur. Böylece hem istikrarın hem de gelişim ve değişimin imkânı hazırlanmış olur.

Bu süreçte ulema Şâri yani kanun vâzıı değillerdir, aksine vazedilmiş şeria doğrultusunda düzenleyicidirler.

Yasama meclislerinin ufkunda değişmez, aşkın herhangi bir değer yok iken ve sadece halkın iradesi meşruiyet kaynağı iken, ulemanın faaliyetlerinde bütün icraatın, temel referanslar doğrultusunda ve sabiteler korunarak, bizzat Şâri tarafından belirlenmiş olan amaç doğrultusunda, bizzat Şâri’ce konulmuş ilkeler ışığında ve bizzat Şâri tarafından belirlenmiş umdelerden hareketle yapılması ve sürdürülmesi gerekmekte, meşruiyet ancak bu şekilde sağlanabilmektedir.

Ümeranın meşruiyeti ise ulema tarafından ortaya konulan hukukun uygulanması ile sağlanmaktadır. Bu itibarla İslam tarihinde meşruiyetin belirlenmesinde yöneticilerin nasıl iktidara geldiklerinden çok, iktidarda nasıl davrandıkları ve şerî ahkâmı uygulayıp uygulamadıkları daha çok belirleyici olmuş gözükmektedir.

Oysa ümeranın iş başına gelmesi ve ümmete siyaset etmesi tam anlamıyla bey’ata dayalı bir yetki devri biçiminde olması İslam’ın ilkelerine ve genel ruhuna daha uygun idi.

Şöyle ki: Hz. Peygamber’in Müslümanları siyasî yapılanmaya dahil etmesi bilindiği gibi bey’at ile olmaktaydı. Medine’ye hicret edilmesi ve orada bir site devleti oluşturulması, tamamen Medine’li (o sırada henüz ismi Yesrib idi) Müslümanların Akabe’de vermiş oldukları bey’atlere dayalı olmuştu. Hz. Peygamber, dinî anlamda elçilik vazifesini Allah’tan almıştı ve onu tebliğ ederken hiç kimseden izin ya da yetki alma ihtiyacı duymamıştı. Fakat aynı peygamber onlara siyaset etme yetkisini tamamen onlardan almış olduğu bey’atlerden hareketle kendisinde görüyordu.

Bunun en somut delili şudur: Hz. Peygamber hicretin ikinci yılında Ebu Süfyan komutasındaki kervanı vurmak üzere çoğunluğunu Medineli Ensâr’ın oluşturduğu 310 kadar adamıyla birlikte Medine’den ayrılmış ve Bedir’e varmıştı. Kervanın yol değiştirerek kaçıp kurtulduğunu öğrendi. Bu arada kervanın imdadına yetişme amacıyla yola çıkmış bin kadar Mekke’linin de Bedir’e yaklaştığını öğrendi ve adamlarıyla onların üzerine yürümek istedi. Bunun için bu konuda adamlarından görüş bildirmelerini istedi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Mikdad b. Amr gibi zevat söz aldı ve Hz. Peygamberin duymak istediği güzel şeyler söylediler. Fakat bunların her üçü de Mekkeli Müslümanlardandı.

Oysa Hz. Peygamber Medineli Ensâr’ın görüşünü öğrenmek istiyordu. Çünkü onlar Akabe’de kendisine bey’at ederken, “Onu Medine’de kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacakları” sözünü vermişlerdi. Oysa şu anda Hz.Peygamber onları Medine dışında bir savaşa sürüklüyordu. Siyaset hususunda kendisinin bey’ate dayalı böyle bir yetkisi yoktu. Aldığı yetki Medine dahilinde olmakla sınırlı idi. O yüzden mutlaka bu konuda ne istiyorlarsa Ensâr’ın onu açıkça belirtmeleri gerektiğini düşünüyordu.

Hz.Peygamber’in ısrarla görüş talebi karşısında durumu anlayan Ensar, Sa’d B. Muâz aracılığı ile görüş beyanında bulundu. Muaz kalktı ve çok kısa ve etkili bir konuşma yaptı. Ensârın her konuda kendisine tam bir teslimiyetle uyacaklarını, hatta denize dalsa kendilerinin de birlikte dalacaklarını söyledi. Hz. Peygamber savaş kararını işte bu konuşmanın ardından verdi[2]. (bkz. İbn Kesîr, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa Abdulvâhid, Beyrut 1971, II. 392).

Uhud harbinde, kendi iradesi hilafına olmakla birlikte, şura sonucu çoğunluğa dayalı olarak alınan karar gereği, Kureyş ordusu Medine dışında Uhud dağı eteğinde meydanda karşılanmıştı. Diyanî alanda Allah’ın elçisi olarak mutlak otorite olan Hz. Peygamber, siyaset etme alanında adamlarının reyini dikkate alarak hareket ediyordu.

Bu arada yapılan bey’atler, siyasette yönetme erkinin devri anlamına geliyordu ve mutlak anlamda yönetilenlerin maslahatı ile kayıtlı bulunuyordu. Oysa zaman içinde bey’atler bir yetki devri anlamı taşımadan çok mutlak itaati remzeder bir hal almıştır. Sonuçta da adalet gerçek anlamda tesis edilmekten uzak ya da topal kalmıştır.
 
Dua ile!
17.11.2012
GARİBCE
 



[1] المعجم الكبير للطبراني - (12 / 7) عَنْ عَدِيِّ بن حَاتِمٍ، قَالَ: أَتَيْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَفِي عُنُقِي صَلِيبٌ مِنْ ذَهَبٍ، فَقَالَ:"يَا عَدِيُّ اطْرَحْ هَذَا الْوَثَنَ مِنْ عُنُقِكَ"، فَطَرَحْتُهُ، فَانْتَهَيْتُ إِلَيْهِ وَهُوَ يَقْرَأُ سُورَةَ بَرَاءَةٌ، فَقَرَأَ هَذِهِ الآيَةَ: "اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ"[ص آية 31] حَتَّى فَرَغَ مِنْهَا، فَقُلْتُ: إِنَّا لَسْنَا نَعْبُدُهُمْ، فَقَالَ:"أَلَيْسَ يُحَرِّمُونَ مَا أَحَلَّ اللَّهُ فَتُحَرِّمُونَهُ وَيُحِلُّونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ، فَتَسْتَحِلُّونَهُ؟"قُلْتُ: بَلَى، قَالَ:"فَتِلْكَ عِبَادَتُهُمْ"
[2] ، ثم قال صلى الله عليه وسلم أشيروا عليّ أيها الناس , وهو يريد أن يعرف موقف الأنصار ، الذين يمثلون الأغلبية ، وبيعة العقبة لا تلزمهم بالقتال خارج ديارهم وفطن إلى ذلك قائد الأنصار سعد بن معاذ رضي الله عنه فقال : والله لكأنك تريدنا يا رسول الله ؟ قال : أجل . فقال : قد آمنا بك وصدقناك ، وشهدنا أن ما جئت به هو الحق ، وأعطيناك على ذلك عهودنا ومواثيقنا على السمع والطاعة ، فامض يا رسول الله لما أردت ، فنحن معك ، فو الذي بعثك بالحق لو استعرضت بنا هذا البحر فخضته لخضناه معك ، ما تخلف منا رجل واحد ، وما نكره أن تلقى بنا عدونا غداً ، إنا لصُبرٌ في الحرب ، صُدُق في اللقاء ، لعل الله يريك منا ما تقر به عينك فسرْ بنا على بركة الله
سر الرسول صلى الله عليه وسلم بقول سعد ثم قال : سيروا وأبشروا فإن الله قد وعدني إحدى الطائفتين والله لكأني أنظر إلى مصارع القوم.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...