6 Mart 2013 Çarşamba

“Bugün benim goğum günüm!”


“Bugün benim goğum günüm!”
Bu sözün Garibce’nin kulağında etkisi sıradan bir sesin etkisi gibi değildir.
Berra’nın daha konuşmayı yeni yeni öğrendiği günlerde kendisi için çok özel olarak gördüğü bir sevincin ifadesiydi bu.
Üç yaşında bir çocuk bir günün kendisine özgü olduğunu ve o günün kendisi için bir neşe ve sevinç kaynağı olduğunu ne bilir?! Şaşılacak bir şey olmalı.
İnanın artık çocuklar biliyor.
Vaktiyle bizim yaşamış olduğumuz kendi çocukluk dönemimizde bir çocuk için sevinç ve mutluluk demek yorulasıya kadar oynamak, sonra da yemeğin başında uyuyup kalmak demekti. Yahut bayram günlerinde yaşıt çocuklarla ev ev dolaşıp şeker, çörek vb. toplamaktı. Para henüz pek yoktu. Harman mevsimlerinde topladığımız yemliklerle bakkaldan şeker sucuğu ve bisküvi almaktı.
Cıbıl derelerde çimmekti, toprakla oynamak, köye gelen motorlu taşıtların arkasından koşmaktı…
Elbette bizim hayatımızda da özel günler vardı ama o günler aynı zamanda herkesin özel günleriydi. Bayram günleri işte öyle idi. Düğün vb. gibi ortak eğlence günleri gene öyle idi. Mahalle çocuklarıyla birlikte oynanan fırın yandı, uzun eşek, çelik çomak, çaççı… gibi oyunlar da oldukça eğlenceli idi.
Biz üç yaşında “goğum günü” ne demekse bilmezdik.
Biz üç yaşımızda böyle bir şeyi duymamıştık bile.
Biz onlu, yirmili, otuzlu yaşlarımızda da aynı şekilde yola devam ettik. Doğum günü nedir bilmedik.
Ne zaman ki Berralar “Bugün benim goğum günüm!” demeye başladı, daha önce bir türlü duymadığımız, duymak istemediğimiz, görmezden geldiğimiz bu günü duymaya görmeye başladık.
Berraların –ki yakınlarımızda illa ki üç beş tane Berralar, Kübralar, Ömerler, Aliler elbette vardı- doğum günü partilerine biz de mecburen ve mecburiyetten katılmaya başladık. Gene istifimizi bozmadık, sıradan bir yemek ve pasta gibiymiş gibi aldırış etmedik, bir şey söylemedik. Gençler sözde kendi aralarında kutluyorlar gibi oluyordu. Ama bir iki derken “Dede senin doğum günün ne zaman?” şeklinde yönelen sorulara muhatap olduk. “Yok kızım/ oğlum, bizim öyle bir günümüz yok, sizin gününüz bize de yetiyor!” falan dedik. Ama bu çocuklar bizi anlamadı. Biz de onları anlamada zorlanıyorduk.
Kadınlar çok daha kolay biçimde adapte oluyorlardı. Onlar açısından büyükler küçüklerin ve gençlerin coşkusuna katılmalı, sevinçlerini paylaşmalıydı.
Yahu bu bela başımıza nereden çıktı, bu gidişle bu alışkanlık tümüyle bizi sarmalına alacaktı. Bu modern tavırlar bizi ve geleneksel yapımızı çözebilecek çok önemli bir yabancı adetiydi, Faruk Hoca’nın tabiriyle “kültürel günah”tı. Bu sadece bir kutlama değil, ben merkezli bir dünya inşasının işaret fişeği idi. Bu anlayış bireyi öne çıkaracak ve geleneksel yapımız, aile büyüğü etrafında halelenen ve herkesin bayram ettiği günlerde bayram eden, birlikte sevinilen, birlikte üzülünen geleneksel yapıyı bozacak, birliğimizi tarumar edecekti. Yarın bayramda bile, bir araya gelmek için adam toplamak imkansız hale gelecek, herkes ben’in arzusu doğrultusunda bir yerlere gidecek, bayramlarımız tatile dönüşecekti.
Oldu da!
Kimin umurunda.
O yüzden ben ilmihali yazarken yılbaşı kutlamalarının artık belli bir din ve kültürle alakasının kalmadığını, din ve dil ayrımı olmaksızın bütün dünya milletlerinin kutlamakta olduğu bir fenomen halini aldığını dolayısıyla bu ortak coşkuya –haram olmayan kutlama biçimleriyle katılma halinde benim bunu makul görebileceğimi, ama doğum günü kutlamaları gibi bireyselliği öne çıkaran, ben merkezli bir dünya görüşünü terviç eden bir tavrı tasvip edemeyeceğimi söylemiştim.
Yani kendimce bu furyanın önünde direnmeye çalışıyordum. Aradan daha on sene bile geçmeden “Dede, bugün benim goğum günüm!” gibi, birinin arkasından diğerinin de geldiği ışıltılı gözlerle kendi sevincine katılmamı beklemesini gördükten ve bunlara karşı koymanın da imkansızlığını anladıktan sonra ne diyeceğimi bilemez oldum.
Dün geç vakitte Garibce’nin yazısını neşretmek üzere ekran başında iken bir kızımızla aramızda şöyle bir yazışma geçti:
Esmer Ay: Hocam doğum günü kutlama konusunda ne düşünüyorsunuz? :)
Mehmet Erdoğan: Hayırdır, benimkisi mi seninkisi mi, ona göre cevap değişir.
Esmer Ay: Kıymetli bir hocamın doğum günü..:)
Mehmet Erdoğan: Geçenlerde kıymetli bir hocamın doğum günü olduğunu fark ettim. Latife olsun diye duvarına "İyi ki doğdun hocam!" diye yazdım. Hocanın ciddiye alıp cevap vermesine tepkimin ne olması gerektiğine hala karar veremedim!
Esmer Ay: :) Yani bana nasıl bir yol gösteriyorsunuz? Ne tavsiye ediyorsunuz Hocam? Ben ciddi bir şekilde kutlasam o hocamın doğum gününü ve o hocam beni ciddiye almasa ya da kızsa ben ne yapmalıyım?
Mehmet Erdoğan: Bu bize uymaz diyorum ama bize rağmen giydiriyorlar. Sonra biz de bakıp “Olmuş mu ne!” diye alışmaya çalışıyoruz.
Esmer Ay: Tamam hocam sosyal mesajınız tarafınızdan tarafıma ulaştırılmıştır :) Çok teşekkür ederim. Allah razı olsun.
__oOo__
İkimiz de rol yapıyor, dolaylı bir dil kullanıyorduk. Onun kimi kastettiğini ben biliyordum. Fakat kendisine ne cevap vereceğimi bilemiyordum, ne demek istediğini anlamıyormuş gibi yapıyordum.
Bugün akşama kadar başta sayın Rektör olmak üzere kaydımızın olduğu her yerden kutlama mesajları geldi.
Bir göz hastanesi bana çekap hediye etti. Gözlerim iyiymiş, öğrenmiş olduk.
Yahu hala inanamıyorum. Bu o kadar önemli mi ki her şeyi unutanlar bu günü kutlamayı unutmuyorlar.
Küreselleşme işte bu.
Bir seyl-i huruşan gibi önüne katıp sürükleniyordu insanlık bir vakitler.
Şimdi ise baskın kültür bir silindir gibi üzerimizden geçiyor ve hepimizi birbirimize Çinlilerin birbirlerine benzedikleri gibi benzetiyor.
Bu benzerlik iyi mi oluyor, bilemiyorum.
Hz. Ömer, “İyyâküm ve ziyye’l-e’âcim!” dermiş. Acem giyim kuşam modasına kendilerini kaptırmamaları konusunda Müslümanları uyarırmış. Kaldı ki o zamanlar İslam yükselen bir değer olarak fetihlerle birlikte afakı tutmaktaydı ve insanların Müslümanlardan etkilenmesi ihtimali giderek artmaktaydı. Nitekim öyle de olmuş birkaç asır içinde İslam koskoca bir medeniyet halini almış ve kendi potasında davranışları, örf adetleri, kültürleri birbirlerine çok benzeyen bir beşerî coğrafyanın oluşmasını mümkün kılmıştı.
Şimdi galiba tersi oluyordu.
Kendimiz kalarak değişmenin imkan ve sınırları zorlanıyordu.
Aslında doğum gününü biz de kutluyorduk. Ama hep birlikte bir ümmetin doğumuydu kutlanan. Hz. Peygamber’in şahsında mevlidle, hep birlikte yeniden can buluyor, yeniden doğuyorduk. Hele o ayağa kalkıp herkesin birbirinin arkasını sıvazlaması var ya… kutlu bir el gibi doğumu müjdeliyordu. O an hepimizin, inanç dünyasına bir tür yeniden doğumu demek oluyor, yeni bir başlangıca milat teşkil ediyordu. Bunlar maşerî duyguları geliştiriyor, ortak değerler içerisinde biz de birbirimize benziyorduk. Ama birbirimize benziyorduk. Hepimiz topyekûn elin bilmem nesine benzemiyorduk.
Dinin hayatın dışına sürülmesiyle birlikte ortak değerler de birer birer yok olmaya mahkum oldu. Artık coşkuyla okunan ve hep birlikte katıldığımız mevlitlerimiz de yok.
Televizyon ise kesmiyor.
Ortak değerler gevşeyince ya da yok olunca insanları bu kez motive eden kendi bireysel günleri olmaya başladı. Bu denli hızlı bir biçimde yaygınlaşması elbette boşuna değil. Belli ki bir boşluğu dolduruyor.
Eee! Ne yapalım, kutlu olsun!
“Bugün benim goğum günüm!”
Senin ki de kutlu olsun!
06.05.2013
GARİBCE

1 yorum:

  1. herdogan38@.
    'Seyl-u Huruşan' dediniz ya...İş bitti artık..Direnen saf dışı,uyumsuz ve de sen de ...deyip burun bükenler..Hakim kültürün mahkumları gibiyiz...
    Ama itiraf edelim ki, anlatımınızdaki şiirsel akıcılık her geçen gün kulağa daha hoş gelirken,lisandan da suhûletle kayıp gitmektedir.
    Oukanbilir metinler, takip edilebilir konular...Teşekkürler Garibce'mize...Ve de iyi ki 'doğdurulmuşsunuz/yarıtılmışsınız..' Yaratana hamd,merhum ebeveyninize rahmet, size de velüt çalışmalar için sıhhat ve afiyetle uzun ömürler dileriz...

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...