Bu
soruyu her zaman sorabiliyoruz.
Soruyu
sormaya soruyoruz ama cevabını bulmada zorlanıyoruz. Cevabını bileceğini
zannettiklerimiz de fazla tatmin edici şeyler söyleyemiyorlar.
Hiçbir
günahı olmayan sabi onulmaz dertlere duçar olup, dayanılmaz ağrılara maruz
kalabiliyor.
Bir
insan ömrünün baharında onulmaz bir derde düşüyor ve neden ben diye
sorabiliyor.
Yahut
mesleğinin zirvesinde olan bir kimse kendince en verimli hizmet üreteceği bir
anda kanser gibi ölümcül bir hastalığa yakalanıyor ve neden ben ve neden şimdi
diye sorular soruyor.
Masum
bir kız tecavüze uğruyor ve hayatı kararıyor. Kirlendiğine inanıyor ve
hıçkırıklarla “Neden ben?” diye soruyor ve “Allah’ım ben ne suç işledim ki
bunlar başıma geldi?” diye içinden çıkamadığı bir hesaplaşma içine giriyor.
Doğrusu
bu türden sorular o kadar çoktur ki haddi hesabı yoktur.
Buna
mukabil bunlara tam tekabül edebilecek tatmin edici cevaplar da yoktur.
Meselenin
birçok boyutu var:
Evvela
kişisel olarak ele almak lazımdır. Kişi kendi yapması gereken tedbirleri baştan
beri almamış ve bir sürü ihmallerle hayatını sürdürmeye kalkışmışsa, sonra
hayatının belirli bir evresinde bu ihmaller bir fatura olarak önüne konulmuşsa,
burada “kişi kendi etmiştir kendi bulmuştur” denir. Bu durumda ne ekmiş isek
onu biçmiş oluruz. Kimseye kahrımız ve diyecek bir şeyimiz olmaz.
Bazen
bu sorumluluk aile düzeyinde ele alınır. Aile en küçük sosyal birim olarak bir
bütündür. Bütün içinde bireylerin kendine nispetle görev ve sorumlulukları
olduğu gibi bu üniteye göre de katkı ve sorumlulukları olur. Ailenin her bir
üyesi diğerine karşı vazifelerini yerine getirir, sağlıklı bir aile bünyesi
oluşur ve bu bünye içinde organlar işlevsel olur, her biri yerinde hareket
eder. Sonuçta aile bütün üyelerinin huzur ve sükûna erdiği bir korunak, bir
sığınak olur.
Aksi
durumda eğer aile üyeleri evvelemirde kendilerine sonra da ailenin diğer
üyelerine karşı üzerlerine düşen görevleri yapmazlarsa o zaman aile huzur ve sükûnun
adresi olamaz. Huzur ve sükûnu yakalayamayan bireyler dökülür, farklı
arayışlara girer. Bunun sonucu olarak da ailenin huzur ve sükûn ikliminde
başına asla gelemeyecek olan nice sıkıntı ve musibete maruz kalır. Bu
sıkıntılar bizzat kendi ihmalleriyle ilgili olabileceği gibi, ailenin diğer
üyelerinin ihlal ve ihmalleri sebebiyle de olabilir.
Üçüncü
düzlemde ise mahalle, okul ve nihayet toplum düzeyinde mesele alınabilir. Toplum
katmanlarının ihmalleri de aynı şekilde bir fatura olarak karşımıza çıkabilir.
Hz.
Peygamber’in sosyal yaşamı anlatan gemi benzetmesi burada da hatırlanabilir.
Gemi durup dururken batmaz. Geminin batması ya içeriden bir ihmalin sonucu
olur, ya kasıtlı batırıcı eylemler yüzünden olur, ya da dışarıdan fırtına gibi
etkenler yüzünden olur.
Alt
kattakilerin iyi niyetli de olsa yanlış davranışlarına üst kattakiler mani
olmazsa onların iyi niyetle de olsa toplumsal bünyede açmış oldukları
deliklerden bünye su almaya başlar ve sonunda gemi batar. Batarken de
içindekilerle birlikte batar. Bu akıbetten iyiler kurtulmuş olamaz. Çünkü
felaket geldiği zaman ayrım yapmaz. Herkesi birlikte götürür.
Üst
kattakiler yani sosyal yapı içindeki yöneticiler, aydınlar, zenginler gibi üst
katmanlarda olanlar alt katta olanların ellerinden tutsalardı, onların
kötülüklerine mani olsalardı gemi selametle yüzer ve yoluna devam ederdi,
insanlar da hayattan amaçlanan huzur ve sükuna ererler, selamet bulurlardı.
Üst
kattakiler alt kattakileri doyurmadılar ve bu yüzden de alt kattakiler
hırsızlık yaptılar ise bu onları haklı kılmaz ama yaptıkları anlaşılabilir bir
şey olur. Bu durumda malı çalınan kişi “Neden benim malım?” diyemez. Çünkü
neden başkasının malı olsun ki? İlla ki birinin malı olacaktı. O olmamış da
seninki olmuş. Seninki olmasaydı bu kez öbürününki olacaktı. Ve bu kez de o
“Neden benim malım?” diye söyleniyor olacaktı.
Felaket
gelirken seçim yapmıyor, önüne çıkanı götürüyor.
Adamın
biri ağaç dibinde dinleniyormuş. Ayak bastığı yerde de bir karınca yuvası
varmış. Karıncalar bacağına doğru sıvanmış. Derken içlerinden biri ısırmış.
Adamın canı yanmış ve can havliyle elini acıyan yere doğru sıvazlayınca canını
yakan karınca öldüğü gibi yanındaki onlarca masum karınca da onunla birlikte
helak olup gitmiş.
Bu
işler böyle oluyor. Neden ben ya da neden biz? Başkaları değil! Bu gibi sorular
her zaman haklı ve yerinde olmuyor.
Geminin
batışı bazen harici sebepler yüzünden de olabilir. Mesela fırtına gibi. Ama
fırtına var, fırtınacık var. Bazı gemiler en ufak dalgadan devriliyor ya da
kullanılan malzemeler kötü olduğu için hemen su alıyor ve batıyor. Sebep dalga olsa
bile asıl fatura gene insanın yapıp ettiği ile ilgili. Ama böyle değil de
deprem olmuş büyük bir tsunami oluşmuş ve önüne gelen ne varsa yıkıp götürmüş
ise, burada şimdi felaketi gemilerin yapımı yahut dalga kıranın boyutu vb. ile birebir
ilgilendirmek doğru değildir. Burada daha büyük hesaplar vardır.
Bütün
bunların üstünde ve ötesinde herkesin hesabı yanında bir de O’nun hesabı vardır.
Her
tedbiri almış olan bir kimsenin geriye doğru baktığı zaman asla izah edemediği
bir sürü olaylar olabilmektedir. Tek izahı sınanma olmaktadır.
İşte
bu gibi durumlarda sığınılacak son melce kader olmalıdır.
Bu
konuda şöyle bir örnek vardır:
Meşhur
Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS'den
ölüm döşeğindeydi.
Hayranlarından
biri sordu: "Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni
seçti?"
Arthur Ashe
cevap verdi:
"Tüm
dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı
öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini
büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde
şampiyonluk kupasını tuttuğum zaman Allah'a 'Neden ben?' diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Allah'a nasıl 'Neden ben?'
derim?
Evet, müthiş
bir bakış açısı ve son derece rahatlatıcı.
Bir merkebin
üstünde giderken, “Altta değil de üstte olan neden ben?” diye sorduk mu?
Dört
ayak üzere gezinen hayvanları görünce “iki ayak üzerinde başı yukarıda dik olarak
yaratılmış olan neden ben” diye sorduk mu?
Milyonlarca,
milyarlarca ihtimal içinde varlık sahnesine çıkarken neden biz dedik mi?
Bu
şekilde sorulabilecek binlerce soru vardır?
Neden
biz?
Ya
da neden biz değil?
Fesadın,
bozgunun en temel sebebi insanların kendi yapıp ettikleridir ve bu doğrudur.
Fakat başımıza gelenleri bu şekilde asla izah edemeyeceğimiz şeyler de vardır.
İşte
o zaman da “Ne yapalım, her şeyi biz bilemiyoruz. Elbette onları da bir bilen
vardır ve O’nun da bir bildiği vardır” diye bir teslimiyet ile ancak
çıkabiliriz bu cevabı imkansız soru içinden.
Buna
rağmen böylesi bir teslimiyet hali bile zihnimizi kemirmeye devam eden soru ve
sorunların son bulduğu anlamına gelmiyor. Bizi biz yapan, bizi insan kılan
özelliğimiz de herhalde bu yönümüzdür. Yoksa diğer bütün özelliklerimiz bizi
diğer canlıların yanına çekmekte ve bizi de onlar gibi yapmaktadır.
Allah’ım
sana binlerle şükür olsun.
Lütfeyle
de her halimize şükür diyebilelim!
Bizi
kötülüklerden koru! Ve ancak Sen korursun!
Musibetler
karşısında bize sabır ve dayanma gücü ver.
Bizi
imanımız ve aklımız arasında sıkışmış bir hale düşürme.
İzahını
yapamayacağımız soruları bize açma!
Altından
kalkamayacağımız yükleri bizden uzak kıl!
Sen
hakîmsin; hikmet sahibisin!
Olanların
ve olacakların elbette bir izahı vardır.
Hikmetini
bize de aç.
Merhametinle
bizi kuşat!
Amin!
27.03.2013
GARİBCE
herdogan38@.
YanıtlaSilKelam derslerinde 'Okuma Parçası' adı altında okunacak bir tahlil olarak görüyorum...Kendimizle,çevremizle ve de Yaratıcımızın hikmetiyle bakış açısı yürütebilmek...
Garibce, bu ve bir çok tahlil ve yazılarınızı neden Aylık Diyanet Dergisine göndermiyorsunuz..? Bir çok yazınız mesleki açıdan din görevlilerine rehber olacak niteliktedir..DİYK'na takılmaz herhalde..