24 Mart 2013 Pazar

Saîd Ramazan el-Bûtî: Bir âlimin mürekkebine şehadet kanı da karıştı.



Benim Allâme Saîd Ramazan el-Bûtî ile ilk karşılaşmam Fakültemize yaptığı ziyaret ve  bir konferans verişi münasebetiyle olmuştu. Mekânetü’s-sünne fi’teşrî (Dinde Sünnetin Yeri) başlıklı bir konferans vermişti. Kendi el yazısıyla yazmış olduğu notlarından bir nüsha bende edinmiştim.
Daha önceden Davâbıtu’l-maslaha adlı doktora tezi sebebiyle gıyabında tanımış olduğum bu insanı vicahen de tanımış olduk. Kitabında cebbar bir akıl, cevval bir kalem sahibi olduğu müsellem olan bu allâme’nin konuşması da oldukça beliğ ve mukni idi.
Bir fırsatını bulup da “İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi” konulu doktora tezi hazırlamakta olduğumu söylediğimde “mevdû’ hatır = Riskli, zor bir konu” tepkisini vermişti.
Daha sonraları yine bir gelişi olmuştu. Bu kez konuşma öncesinde kendisine İmam Şâtıbî’nin el-Muvâfakât’ını ve Dihlevî’nin Hüccetullahilbâliğa’sını tercüme etmiş olduğumu söylemiştim. Konuşması sırasında “içinizde bu kitapları çevirebilecek âlimler var” gibisinden iltifatta bulunmuştu.
Yüksek lisansta Fıkhu’s-sîre dersi Hayrettin Karaman hocamdan bana devir kalmıştı. Birkaç yıl hocanın programını sürdürdüm. Sonra kendi yolumuzu çizdik. O yıldan beri her sene açılış dersini teberrüken Saîd Ramazan el-Bûtî’nin Fıkhu’s-sîre adlı kitabının mukaddimesini okumakla yapıyoruz. Hem talebelerin Arapça dil seviyesini kontrol etmek hem de bu dersin amacını madde madde açıklama bakımından faydalı olmaktadır. Rahmete vesile olsun.
İki yıl önce de bir yaz mevsimi Suriye maceramız olmuştu. Elli gün kadar 38 kişilik bir grup arkadaşla Dımeşk’ta (Şam-ı Şerîf) kalmıştık. Cuma günleri özellikle Ümeviyye Camii’ne giderdik. Saikimiz ise cumayı Saîd Ramazan el-Bûtî’nin kıldırıyor olmasıydı. Hoca’dan önce bir yardımcısı kılıçla önünü açıyor ve arkasından hoca çıkıyor ve kılıca dayanarak hutbesini irad ediyordu.
Hutbesinde hem duygu hem de bilgi vardı.
Ma’hedlerde (Dil enstitüleri) Arap olmayanların Arapça öğrenme imkanına Saîd Ramazan el-Bûtî örnek gösterilir ve Arapçayı günümüzde en iyi yazan ve konuşan kimselerden biri olarak takdim edilirdi.
Malum kendisi Kürt’tü ve Botan aşiretindendi.
Kalpten çıktığı belli titrek ve çoğu kez de göz yaşlarıyla ıslak ses, ta yüreklerimize ulaşır ve derin bir etki uyandırırdı. Hem hutbeden, hem de namazdan büyük bir zevk alırdık.
Korumalar etrafını çevirdiği için yanına sokulup elini öpme girişiminde bulunmadık. Ama eli Allah için içimizden gelerek öpebileceğimiz bir eldi.
Bazen Evkaf bakanlığından bazı müdürlere denk gelirdik. Hutbenin yarısı Esed’e övgü ile geçerdi.
Hocanın hutbede Esed’in adını anarak dua ettiğini ben hiç duymadım.
Türkiye ve Suriye ilişkileri açısından o günler özlem günleriydi. Birlikte bakanlar kurulu toplantıları yaptığımız günlerdi. Kapalı çarşıda Cumhurbaşkanımız Abdullan Gül ve başbakanımız Recep Tayyib Erdoğan’ın pankartları asılı idi. Her yerde Murad (Polat) Alemdar’ın afişleri vardı. Caddeleri Festel (Vestel) reklamları süslüyordu.
Sonra olanlar oldu ve kanlar akmaya başladı.
Ben Saîd Ramazan el-Bûtî’nin o günlerde bile  Esed ailesine bir gönül bağı olmadığı inancındayım.
Mahmut Kaya Hocanın anlattığını göre eski Suriye Müftüsü Muhammed Keftâr bir şekilde Hafız Esed’in aklına girmiş ve güttüğü siyasetle Suriye’de dinî tahsil kurumlarına hiç dokunulmamış. Hoca, Ramazan el-Bûtî’nin de aynı şekilde onun siyasetini sürdürdüğü inancında.
Böylece vaktiyle Emevîlerin siyasete karışmadıkça ve iktidara baş kaldırmadıkça ulemayı kendi hallerine bırakması gibi Suriye’de de benzer bir sürecin yaşandığı söyleniyor. Saîd Ramazan el-Bûtî’nin Hafız Esed’in yanında imiş gibi görüntüsü, öldüğünde cenaze namazını kıldırmış olması işte böyle bir siyasetin sonucu olmalı diye düşünüyorum.
Sünnî geleneğe uyarak “fitne çıkar da daha büyük zulümler işlenir” korkusuyla fâcir bile olsa emirlere uyulması telakkisi de son zamanlardaki asla tasvip edilmeyecek olan konuşmalarında etkin olabilir.
Biz Suriye halkı ile kardeşiz, müşterek tarihimiz var, din ve akrabalık bağlarıyla bağlıyız. Ortak kültürümüz, müşterek zevklerimiz var. Sima olarak da Suriye halkı bize çok benzer. Genelde  Araplar esmer olur, onlar çoğunlukla esmer de değiller.
Ama diktatörlük, Beşşar’ın bütün sempatisini bir anda giderdi ve olaylar onun gerçek yüzünü gösterdi.
Evkaf bakanlığında bizim Mehmet Savaş hocanın Lise’den arkadaşı olan çok değerli bir âlim vardı. Muhammed Abdussettâr es-Seyyid. Kendisi evlâd-ı Rasûlden. (Suriye’de Evkaf bakanlığı bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne birlikte tekabül ediyor.)  Kültür bakanı yüz senenin boşa geçtiğini ve artık bir ve beraber olmamızın gerektiğini söylüyordu. Zaten halk olarak da beraberdik. Siyaset de kaynaşacaktı ki iktidar mücadelesi ideallere baskın geldi. Arap baharıyla birlikte Suriye’de de esmeye başlayan demokrasi rüzgarı turnusol kağıdı gibi herkesin gerçek yüzünü ortaya koydu.
Empati işte bu gibi yerlerde lazım. Şimdi siz o Evkaf bakanı olsaydınız ne yapardınız. Ya da Karadavî Saîd Ramazan el-Bûtî’nin yerinde olsaydı acaba ne yapardı?
Körfez’de “Rejim zalimdir, rejim yanlısı olan her kim olursa olsun onlar da zalimlerdir. İsterse ulema olsun, onlarla savaşmamız lâzımdır” derken aynı kolaylığı ve rahatlığı Suriye’de Saîd Ramazan el-Bûtî’nin yerinde olsa hissedebilir ve söyleyebilir miydi?
Şimdiye kadar hizmetlerinizi sürdürebilmek için belli bir siyaset takip etmişsiniz. Ama bir anda iş içinden çıkılmaz bir hal alıvermiş, çıkmak istemişsiniz, çıkamamışsızın, kaçan pek çok kişi gibi kaçamamışsınız, çünkü sürekli gözetim altındasınız. Böyle bir ortamda rejime destek mahiyetinde kullanılan fotoğraflarınız, sözleriniz olacak. Kendi iradenizle baş başa kalsaydınız asla yapamayacağınız türden belki davranışlar ortaya koymuş, belki sözler söylemiş olacaksınız. Siz olsaydınız… öyle ya ne yapardınız?
Biz 28 Şubat sürecinin sadece rüzgârını yaşadık, YÖK Başkanı ve Paşa üyeleri Senato’yu “irtica odağı” olarak gösterilen Fakültemizde toplamışlardı. Bir-bir buçuk saat kadar süren o toplantı, ömür boyu unutamayacağımız anların arasında yer aldı. O baskı yıllarca sürseydi, halimiz kim bilir nice olurdu? Ne kadar kendi irademizle baş başa kalabilir ve biz kendimiz kalırdık. Allah lütuf buyurdu da çok sürmedi, buna rağmen aldığımız tahribat hem bedenlerimizde hem ruhlarımızda hem de kurumlarımızda etkisini yıllarca sürdürdü ve hâlâ da sürüyor.

Ey insanlar! Ölülerinizin arkasından konuşmadan önce empati yapın! İstiklal harbini hatırlayın. Ölüm kalım mücadelesi veriliyor. İstanbul’dan bakılınca bu bir macera olarak algılanıyor, Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi, Kuva-yı Milliye’yi  Kuva-yı Bağıye olarak tanımıyordu. Oysa Ankara’dan bakınca da bu bir cihad oluyor ve Ankara Müftüsü Rifat Börekçi de ona göre karşı fetva yayınlıyordu.

Şimdi biz rahatız. Geriye doğru resmin tümünü ve varılan sonuçları görebiliyoruz ve o yüzden de Rifat Börekçi haklıydı, İstanbul fetvası hatalıydı diyebiliyoruz. Acaba biz de olayları yaşayanlar olsaydık, aynı soğukkanlı bir biçimde ve geleceği de dikkate alarak bir sonuca varabilecek miydik?
Ben, bütün zerrelerimle Saîd Ramazan el-Bûtî hocanın imanına şahidim. Çünkü ben o yüzü her ne zaman gördüysem Allah’ı hatırladım. O titrek ve ıslak sesi ne zaman duyduysam Allah’ı andım. Ağlamaklı dualarının her daim göğe ağdığını hissettim. Ben onun simasında, bakışında ve duruşunda ilmi ile mütenasip tevazuu gördüm, naif vücudunda temessül etmiş İslam ahlakını sezdim.
Saîd Ramazan el-Bûtî gibi allâmeler kolay yetişmiyor.
Karadavî, rejime karşı çıkan herkesle “nukâtil = savaşalım” diyor. Sosyal Medya da onun bu sözünü “Karadâvî, Saîd Ramazan el-Bûtî’nin öldürülmesine fetva verdi” başlığı ile paylaşıyor ve kana susamış katiller onun genel olarak söylediği sözünü “Gidin ve Saîd Ramazan el-Bûtî’yi öldürün!” diye anlıyor. Bu tür sonucu düşünülmeden yapılan hamasî konuşmalar, bir anlamda hedef gösteriyor.
Karadavî şimdi “sadîk = dost, arkadaş” diye nitelediği Saîd Ramazan el-Bûtî’nin hunharca öldürülmüş olmasından dolayı üzüntüsünü dile getiriyor ve bu eylemi rejim yanlılarının yapmış olacağını söylüyor.
Öyle ya da böyle, Saîd Ramazan el-Bûtî gibi bir allâme artık yok. Ümevî camii minberinde diktatöre yalakalık yapmadan İslam inanç ve esaslarını, ahlakını anlatan ve yaşantısı ile de anlattıkları bire bir örtüşen, aminleri aminlere karışan, duaları dualarla birlikte göğe ağan ve her daim bir hayat boyu devam ettirdiği ders halkalarında hocalık yapan, bunu aileden tevarüs eden, kendi oğlunu da yolunda yetiştiren ve torununu da bu cinayette kaybeden, daha doğrusu tüm İslam aleminin kaybetmiş olduğu o eşsiz insan, o emsalsiz değer yok artık.
Allah’ım bizi affet!
İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!

25.03.2013
GARİBCE

4 yorum:

  1. Emeğine, yüreğine sağlık Hocam,
    Gönlümdekini sözlere dökmüşsünüz

    YanıtlaSil
  2. allah razı olsun hocam. çok güzel bir tahlil... son duanıza canı gönülden âmin diyorum....

    YanıtlaSil
  3. ALLAH RAZI OLSUN HOCAM...bugünlerde herkes said boti hakkında ileri geri konuşuyor insaftan uzaklaşıyorlardı bütün hayatını son aylara sığdırmışlarıdı koc alimi ancak bu yazınız heryerde yayınlanması gerekır...ağzınıza ilminize kaleminize sağlık....

    YanıtlaSil
  4. Dünyanın en büyük dini alimlerinden biri olarak kabul edilen Ramazan El Buti'nin ölümüyle ilgili sır perdesi hala kalkmadı. Ancak El Buti'nin ölümünden sonra ortaya çıkan görüntü yeni bir tartışmayı da beraberinde getirdi.
    VİDEO İÇİN Haber7 (09.04.2013)
    Suriye'nin başkenti Şam'ın Mezraa semtindeki İman Camii'nde öğrencilerine ders verdiği sırada meydana gelen bombalı saldırıda hayatını kaybettiği iddia edilen Ramazan El Buti'nin aslında saldırıdan sonra sağ olduğu görülüyor! İman Camii'nin kamera kayıtlarına göre, Ramazan El Buti ilk bombada ölmeyince ön safta oturan bir kişi tarafından kafasına bir el ateş edilerek öldürülüyor. Suriye gizli servisi El Muhaberat elemanı olduğu iddia edilen saldırganın El Buti'nin kafasına sıktıktan sonra hızla olay yerinden kaçtığı görülüyor.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...