Benim Allâme Saîd Ramazan
el-Bûtî ile ilk karşılaşmam Fakültemize yaptığı ziyaret ve bir konferans verişi münasebetiyle olmuştu.
Mekânetü’s-sünne fi’teşrî (Dinde Sünnetin Yeri) başlıklı bir konferans
vermişti. Kendi el yazısıyla yazmış olduğu notlarından bir nüsha bende edinmiştim.
Daha önceden
Davâbıtu’l-maslaha adlı doktora tezi sebebiyle gıyabında tanımış olduğum bu
insanı vicahen de tanımış olduk. Kitabında cebbar bir akıl, cevval bir kalem
sahibi olduğu müsellem olan bu allâme’nin konuşması da oldukça beliğ ve mukni
idi.
Bir fırsatını bulup da
“İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi” konulu doktora tezi hazırlamakta olduğumu
söylediğimde “mevdû’ hatır = Riskli, zor bir konu” tepkisini vermişti.
Daha sonraları yine bir
gelişi olmuştu. Bu kez konuşma öncesinde kendisine İmam Şâtıbî’nin el-Muvâfakât’ını
ve Dihlevî’nin Hüccetullahilbâliğa’sını tercüme etmiş olduğumu söylemiştim.
Konuşması sırasında “içinizde bu kitapları çevirebilecek âlimler var”
gibisinden iltifatta bulunmuştu.
Yüksek lisansta Fıkhu’s-sîre
dersi Hayrettin Karaman hocamdan bana devir kalmıştı. Birkaç yıl hocanın programını
sürdürdüm. Sonra kendi yolumuzu çizdik. O yıldan beri her sene açılış dersini
teberrüken Saîd Ramazan el-Bûtî’nin Fıkhu’s-sîre adlı kitabının mukaddimesini
okumakla yapıyoruz. Hem talebelerin Arapça dil seviyesini kontrol etmek hem de
bu dersin amacını madde madde açıklama bakımından faydalı olmaktadır. Rahmete
vesile olsun.
İki yıl önce de bir yaz
mevsimi Suriye maceramız olmuştu. Elli gün kadar 38 kişilik bir grup arkadaşla
Dımeşk’ta (Şam-ı Şerîf) kalmıştık. Cuma günleri özellikle Ümeviyye Camii’ne
giderdik. Saikimiz ise cumayı Saîd Ramazan el-Bûtî’nin kıldırıyor olmasıydı.
Hoca’dan önce bir yardımcısı kılıçla önünü açıyor ve arkasından hoca çıkıyor ve
kılıca dayanarak hutbesini irad ediyordu.
Hutbesinde hem duygu hem de
bilgi vardı.
Ma’hedlerde (Dil
enstitüleri) Arap olmayanların Arapça öğrenme imkanına Saîd Ramazan el-Bûtî
örnek gösterilir ve Arapçayı günümüzde en iyi yazan ve konuşan kimselerden biri
olarak takdim edilirdi.
Malum kendisi Kürt’tü ve
Botan aşiretindendi.
Kalpten çıktığı belli
titrek ve çoğu kez de göz yaşlarıyla ıslak ses, ta yüreklerimize ulaşır ve
derin bir etki uyandırırdı. Hem hutbeden, hem de namazdan büyük bir zevk
alırdık.
Korumalar etrafını
çevirdiği için yanına sokulup elini öpme girişiminde bulunmadık. Ama eli Allah için
içimizden gelerek öpebileceğimiz bir eldi.
Bazen Evkaf bakanlığından
bazı müdürlere denk gelirdik. Hutbenin yarısı Esed’e övgü ile geçerdi.
Hocanın hutbede Esed’in
adını anarak dua ettiğini ben hiç duymadım.
Türkiye ve Suriye
ilişkileri açısından o günler özlem günleriydi. Birlikte bakanlar kurulu
toplantıları yaptığımız günlerdi. Kapalı çarşıda Cumhurbaşkanımız Abdullan Gül
ve başbakanımız Recep Tayyib Erdoğan’ın pankartları asılı idi. Her yerde Murad (Polat)
Alemdar’ın afişleri vardı. Caddeleri Festel (Vestel) reklamları süslüyordu.
Sonra olanlar oldu ve
kanlar akmaya başladı.
Ben Saîd Ramazan el-Bûtî’nin
o günlerde bile Esed ailesine bir gönül
bağı olmadığı inancındayım.
Mahmut Kaya Hocanın
anlattığını göre eski Suriye Müftüsü Muhammed Keftâr bir şekilde Hafız Esed’in aklına
girmiş ve güttüğü siyasetle Suriye’de dinî tahsil kurumlarına hiç dokunulmamış.
Hoca, Ramazan el-Bûtî’nin de aynı şekilde onun siyasetini sürdürdüğü inancında.
Böylece vaktiyle Emevîlerin
siyasete karışmadıkça ve iktidara baş kaldırmadıkça ulemayı kendi hallerine
bırakması gibi Suriye’de de benzer bir sürecin yaşandığı söyleniyor. Saîd
Ramazan el-Bûtî’nin Hafız Esed’in yanında imiş gibi görüntüsü, öldüğünde cenaze
namazını kıldırmış olması işte böyle bir siyasetin sonucu olmalı diye
düşünüyorum.
Sünnî geleneğe uyarak “fitne
çıkar da daha büyük zulümler işlenir” korkusuyla fâcir bile olsa emirlere
uyulması telakkisi de son zamanlardaki asla tasvip edilmeyecek olan konuşmalarında
etkin olabilir.
Biz Suriye halkı ile
kardeşiz, müşterek tarihimiz var, din ve akrabalık bağlarıyla bağlıyız. Ortak
kültürümüz, müşterek zevklerimiz var. Sima olarak da Suriye halkı bize çok
benzer. Genelde Araplar esmer olur,
onlar çoğunlukla esmer de değiller.
Ama diktatörlük, Beşşar’ın bütün
sempatisini bir anda giderdi ve olaylar onun gerçek yüzünü gösterdi.
Evkaf bakanlığında bizim
Mehmet Savaş hocanın Lise’den arkadaşı olan çok değerli bir âlim vardı. Muhammed
Abdussettâr es-Seyyid. Kendisi evlâd-ı Rasûlden. (Suriye’de Evkaf bakanlığı
bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne birlikte
tekabül ediyor.) Kültür bakanı yüz
senenin boşa geçtiğini ve artık bir ve beraber olmamızın gerektiğini
söylüyordu. Zaten halk olarak da beraberdik. Siyaset de kaynaşacaktı ki iktidar
mücadelesi ideallere baskın geldi. Arap baharıyla birlikte Suriye’de de esmeye
başlayan demokrasi rüzgarı turnusol kağıdı gibi herkesin gerçek yüzünü ortaya
koydu.
Empati işte bu gibi
yerlerde lazım. Şimdi siz o Evkaf bakanı olsaydınız ne yapardınız. Ya da
Karadavî Saîd Ramazan el-Bûtî’nin yerinde olsaydı acaba ne yapardı?
Körfez’de “Rejim zalimdir,
rejim yanlısı olan her kim olursa olsun onlar da zalimlerdir. İsterse ulema
olsun, onlarla savaşmamız lâzımdır” derken aynı kolaylığı ve rahatlığı Suriye’de
Saîd Ramazan el-Bûtî’nin yerinde olsa hissedebilir ve söyleyebilir miydi?
Şimdiye kadar
hizmetlerinizi sürdürebilmek için belli bir siyaset takip etmişsiniz. Ama bir
anda iş içinden çıkılmaz bir hal alıvermiş, çıkmak istemişsiniz,
çıkamamışsızın, kaçan pek çok kişi gibi kaçamamışsınız, çünkü sürekli gözetim
altındasınız. Böyle bir ortamda rejime destek mahiyetinde kullanılan
fotoğraflarınız, sözleriniz olacak. Kendi iradenizle baş başa kalsaydınız asla
yapamayacağınız türden belki davranışlar ortaya koymuş, belki sözler söylemiş
olacaksınız. Siz olsaydınız… öyle ya ne yapardınız?
Biz 28 Şubat sürecinin
sadece rüzgârını yaşadık, YÖK Başkanı ve Paşa üyeleri Senato’yu “irtica odağı”
olarak gösterilen Fakültemizde toplamışlardı. Bir-bir buçuk saat kadar süren o
toplantı, ömür boyu unutamayacağımız anların arasında yer aldı. O baskı
yıllarca sürseydi, halimiz kim bilir nice olurdu? Ne kadar kendi irademizle baş
başa kalabilir ve biz kendimiz kalırdık. Allah lütuf buyurdu da çok sürmedi,
buna rağmen aldığımız tahribat hem bedenlerimizde hem ruhlarımızda hem de
kurumlarımızda etkisini yıllarca sürdürdü ve hâlâ da sürüyor.
Ey insanlar! Ölülerinizin arkasından konuşmadan önce empati
yapın! İstiklal harbini hatırlayın. Ölüm kalım mücadelesi veriliyor. İstanbul’dan
bakılınca bu bir macera olarak algılanıyor, Şeyhülislâm Dürrizâde
Abdullah Efendi, Kuva-yı Milliye’yi Kuva-yı
Bağıye olarak tanımıyordu. Oysa Ankara’dan bakınca da bu bir cihad oluyor ve Ankara Müftüsü
Rifat Börekçi de ona göre karşı fetva yayınlıyordu.
Şimdi biz rahatız. Geriye
doğru resmin tümünü ve varılan sonuçları görebiliyoruz ve o yüzden de Rifat
Börekçi haklıydı, İstanbul fetvası hatalıydı diyebiliyoruz. Acaba biz de
olayları yaşayanlar olsaydık, aynı soğukkanlı bir biçimde ve geleceği de
dikkate alarak bir sonuca varabilecek miydik?
Ben, bütün zerrelerimle Saîd
Ramazan el-Bûtî hocanın imanına şahidim. Çünkü ben o yüzü her ne zaman
gördüysem Allah’ı hatırladım. O titrek ve ıslak sesi ne zaman duyduysam Allah’ı
andım. Ağlamaklı dualarının her daim göğe ağdığını hissettim. Ben onun
simasında, bakışında ve duruşunda ilmi ile mütenasip tevazuu gördüm, naif
vücudunda temessül etmiş İslam ahlakını sezdim.
Saîd Ramazan el-Bûtî gibi allâmeler
kolay yetişmiyor.
Karadavî, rejime karşı
çıkan herkesle “nukâtil = savaşalım” diyor. Sosyal Medya da onun bu sözünü “Karadâvî,
Saîd Ramazan el-Bûtî’nin öldürülmesine fetva verdi” başlığı ile paylaşıyor ve kana
susamış katiller onun genel olarak söylediği sözünü “Gidin ve Saîd Ramazan
el-Bûtî’yi öldürün!” diye anlıyor. Bu tür sonucu düşünülmeden yapılan hamasî
konuşmalar, bir anlamda hedef gösteriyor.
Karadavî şimdi “sadîk =
dost, arkadaş” diye nitelediği Saîd Ramazan el-Bûtî’nin hunharca öldürülmüş
olmasından dolayı üzüntüsünü dile getiriyor ve bu eylemi rejim yanlılarının
yapmış olacağını söylüyor.
Öyle ya da böyle, Saîd
Ramazan el-Bûtî gibi bir allâme artık yok. Ümevî camii minberinde diktatöre
yalakalık yapmadan İslam inanç ve esaslarını, ahlakını anlatan ve yaşantısı ile
de anlattıkları bire bir örtüşen, aminleri aminlere karışan, duaları dualarla
birlikte göğe ağan ve her daim bir hayat boyu devam ettirdiği ders halkalarında
hocalık yapan, bunu aileden tevarüs eden, kendi oğlunu da yolunda yetiştiren ve
torununu da bu cinayette kaybeden, daha doğrusu tüm İslam aleminin kaybetmiş
olduğu o eşsiz insan, o emsalsiz değer yok artık.
Allah’ım bizi affet!
İnnâ lillah ve innâ ileyhi
râciûn!
25.03.2013
GARİBCE
Emeğine, yüreğine sağlık Hocam,
YanıtlaSilGönlümdekini sözlere dökmüşsünüz
allah razı olsun hocam. çok güzel bir tahlil... son duanıza canı gönülden âmin diyorum....
YanıtlaSilALLAH RAZI OLSUN HOCAM...bugünlerde herkes said boti hakkında ileri geri konuşuyor insaftan uzaklaşıyorlardı bütün hayatını son aylara sığdırmışlarıdı koc alimi ancak bu yazınız heryerde yayınlanması gerekır...ağzınıza ilminize kaleminize sağlık....
YanıtlaSilDünyanın en büyük dini alimlerinden biri olarak kabul edilen Ramazan El Buti'nin ölümüyle ilgili sır perdesi hala kalkmadı. Ancak El Buti'nin ölümünden sonra ortaya çıkan görüntü yeni bir tartışmayı da beraberinde getirdi.
YanıtlaSilVİDEO İÇİN Haber7 (09.04.2013)
Suriye'nin başkenti Şam'ın Mezraa semtindeki İman Camii'nde öğrencilerine ders verdiği sırada meydana gelen bombalı saldırıda hayatını kaybettiği iddia edilen Ramazan El Buti'nin aslında saldırıdan sonra sağ olduğu görülüyor! İman Camii'nin kamera kayıtlarına göre, Ramazan El Buti ilk bombada ölmeyince ön safta oturan bir kişi tarafından kafasına bir el ateş edilerek öldürülüyor. Suriye gizli servisi El Muhaberat elemanı olduğu iddia edilen saldırganın El Buti'nin kafasına sıktıktan sonra hızla olay yerinden kaçtığı görülüyor.