1857
tarihinde bir facia sonrası çoğu kadın olan 129 işçinin tıkıldıkları fabrikada yanarak
can vermesinin anısına Birleşmiş Milletler tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar
Günü olarak kabul edilmiş.
Benim
öteden beri hiçbir özel günüm olmadı. Doğum gününü bile benimsemedim. Dostların
kutlamasına rağmen mahcup bir karşılık verdim. Öğretmenler gününe bir değer
atfetmem söz konusu olmadı. Babalar günü hakeza.
Önemli
olan insan olmaktı.
Önemli
olan insaflı ve adaletli olmaktı.
Eğer
biz insan olursak, adaletli ve insaflı davranırsak her şey insanca olurdu, her
şey adaletle yerini bulurdu.
Adam,
adam gibi adam olurdu.
Kadın
da kadın gibi kadın.
Çocuk
da çocuk.
Herkesin
bir yeri ve ona uygun işi gücü olurdu. İşin gücün hakkı verilirdi. Emeğin
karşılığı adil ücret olurdu. Hak edilmeyen bir ücrete talep zait olurdu. Ne
işveren kan emici, ne de emekçi sömürülen ve mazlum olurdu. Her şey yerli
yerince olunca da bir ahenk oluşurdu. Genel itibariyle bu ahenkten doğan huzur
hepimizi bürürdü ve hepimiz ortak hâsıladan hakkımız ölçüsünde nemalanırdık.
İçimizden zayıf olanları da rahmet ve şefkatle bağrımıza basar, şu fani dünyada
geçinir giderdik.
Gel
gör ki işler öyle gitmiyor.
Kazın
ayağı hiç de öyle değil.
Hak,
hak etmişlik değil, güçlünün talep ettiği şey oluyor. Hakkın, güçlünün gücü
dışında herkes için kabul gören genel geçer ölçütleri bulunmuyor.
Adalet,
terazisi işlemiyor.
Teraziyi
ayakta tutacak hukuk, onu tevzi edecek kıst adaleti, hall ü fasla medar olacak
kılıç (çelik irade ve kararlılık) bulunmuyor.
Terazi
tezekten, dirhemi tezekten olunca adalet dağıtılan değil, yenen şeyin adı
oluyor.
Hak
ölçütler neler olmalı?
Emek
ücret arasındaki denge olmalı. Aynı işi yapan kadın olduğu için ücreti aynı işi
yapan erkekten daha az oluyorsa orada adalet yoktur demektir. Aynı işte daha
düşük ücretle çalışmaya gönüllü mahkûm olan kadınlar varsa orada adalet dağıtan
mekanizmalar yok demektir.
Fıtratı
esas almak adalet için en temel ölçütlerden biri olmalı.
İnsanlıkta
hepimiz eşitiz. Ama erkek erkek, kadın da kadın olmalı. Erkek ile kadını
birbirlerinin elbisesi gibi görmek mümkün iken, bir birlerini tamamlayan unsurlar
olarak kabul etmek varken, bunlar arasında rekabete dayalı bir ilişki tesis
etmek ve adaleti bu fıtrata mugayir esas üzerinden elde etmeye çalışmak elbette
sakim sonuçlara götürecek, böyle bir anlayışla gerçek anlamda adalet hiçbir
zaman tesis edilemeyecektir.
Fıtrat
erkeğin omzuna, kadının da rahmine özel yük yüklüyor. Hâlâ tüm dünyada güvenlik
ve benzeri ağır işler erkeklerin omuzlarındadır. Annelik de bir paye olarak kadınlarda.
Buna sebep cennet bir halı gibi onların ayakları altına serilmiş durumda. Anlamsız
bir eşitlik uğruna bu ayrımı görmezlikten gelemeyiz. Adalet, aynı zamanda
herkesin gücüne göre yük dağıtmak demektir.
İnsanın,
gerekirse hayatını bile ortaya koyabileceği, feda etmekten çekinmeyeceği üstün değerler
olmalı ve insanlar bu değerler etrafında kümelenmelidir. Bu meyanda aile
fevkalade önem arz etmektedir. Özgürlük namına ailenin küçültülmesi ve hayat
standartlarının da yükselmesiyle birlikte çekirdek ailenin bile üyelerinin
kendi odalarına çekilmeleri, kendi sanal dünyalarına dalmaları aile üyeleri
arasındaki dayanışmayı, paylaşmayı bile büyük ölçüde dumura uğrattı. Eskiden aileyi
üretim ve tüketim birliği diye tanımlarlarmış. Sonra tüketim birliği dediler.
Şimdilerde bu birliktelik bile çözülme durumundadır.
Aile
içindeki şiddetin en büyük sebebi ekonomik yetersizlikler olabilir. İhtiraslar
taleplere dönüşür, talepler karşılanamazsa, bastırma yoluna gidilir. Güçlü olan
zayıf olanı bastırır. Bunun yolu da çoğu kez şiddet olur.
Diyeceksiniz
ki eskiden yoksulluk daha çoktu. Evet doğrudur, ama eskiden bir evi çok sayıda
aile üyesi birlikte kullanıyordu. Evin dede ve nine gibi saygı gören büyükleri
vardı. Aşağı torunlara kadar uzanırdı. Sayı da çok olurdu.
Böylesi
kalabalık aile içinde iki kişi arasında sorun olduğunda, ailenin diğer üyeleri
tampon vazifesi görür ve sorunu emer, kavgalı kişiler birbirlerini tüketmeden
az bir hasarla problemi atlatırlardı.
Şimdi
dört duvar arasında baş başa olan karı kocanın aralarında sorun çıkması
halinde, tampon vazifesi görecek başka üyeler olmadığı için taraflar doğrudan
biri diğerine vurmakta ve şiddet kendisini göstermektedir. Psikolojik şiddet,
fiziki şiddet… Taraflardan hangisi daha güçlü ise şiddetin nevini de o
belirlemektedir.
Mutluluk,
paylaşılan bir şey olmalı. Mutluluğumuzun debisi, içimizdeki en zayıf
halkanınki kadar olmalı. Kadının mutluluğu erkeğin pabucunu dama atarak değil,
erkeğin mutluluğu da kadının gözünü
morartarak değildir.
“Hünne
libâsun leküm ve entüm libâsun lehunne” buyuruyor Yüce Allah Kur’an’da.
“Kadınlar sizin için libastırlar, siz de onlar için libassınız.”
Birbirlerine
olan nispet aynı.
Aşırılıklar
zarar verir.
Zayıfı
kollamak, ona destek olmak eyvallah, ama rekabet ortamının kadını yorduğunu ve
gerdiğini de hatırda tutmakta yarar vardır.
Bugünün
kadını en iyi iş kadını olacak, en iyi eş olacak ve en iyi anne olacak
derseniz, benim gibi bir Garibce de kalkar ve : “Ya Rabbi! Bu çağda beni kadın
yaratmadığın için sana şükürler olsun!” diye dua eder.
Biz
erkekler olarak bunlardan yalnız birini bile zor yapıyoruz. Doğuran kadını kapıda
beklerken dokuz doğurduğumuzu düşünüyoruz. Ama içerdeki gerçekten doğuruyor.
Annelik ömür boyu gönüllü köleliğe adım atmak demek ve kadına özgü en büyük
mutluluğun adı. Bir de en iyi iş kadını olmak var. Kurtlar sofrasında kendisine
ayakları üzerinde sağlam basabilecek bir yer açmak.
Hakikaten
bu zamanda kadın olmak zor.
Hele
halden anlamayan bir evlada anne, bir erkeğe eş olmakta varsa kaderde.
Kadınlar
bizim annelerimizdi.
Eşlerimiz
oldular.
Sonra
da kızlarımız.
Onlara
kabalık adam olana uyar mı?
Hele
şiddete maruz kılmak, hiç vicdanlara sığar mı?
Kadınlarımıza
selam olsun!
08.03.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder