Eskiden toplum kendi katmanlarında daha bir
huzur ile yaşıyorlardı. O yüzden de üzerlerinde her zaman kendi evlerinde gibi
olmanın rahatlığı olurdu.
Sohbet mahremdi ve orada kalırdı. Laf
taşımak, söz getirip götürmek de ayıptı.
Takılmalar yerini bulurdu ve bu bir espri
olurdu.
Şimdi göç olgusu ve küreselleşme ile
birlikte insanî ilişkilerimizin rahatı kaçtı.
Artık eskisi gibi, kendi evimizde, kendi
mahallemizde olduğumuz gibi davranamıyoruz.
Sözgelimi bizim memlekette belirli tiplemeler
vardı. Olumsuz ve matrak şeyler Karadepeli’ye mal edilirdi. Kürdün/ Lazın biri
diye başlanır ve anlatılacak her ne ise anlatılır ve gülünür geçilirdi. Ne
fotoğraf, ne ses kayıt cihazı ne de video olmadığı için söz orada kalırdı.
Sonra hepimizi din, dil ve etnik
farklılıklar hesaba katılmadan bir kazana doldurdular ve fırıştak (mikser) ile
de güzelce bir çalkaladılar.
İmdi kim Türk kim Kürt, kim Kayserili kim
Karadenizli, kim Arap kim Laz, kim Çerkez, kim Müslüman kim gavur belli olmaz
hale geldi.
Şimdi sen ol da gel sohbetin ağız tadıyla
şöyle bir tadını çıkar.
Kürdün biri diye başlasan bilemezsin belki
karşındaki Kürt’tür. Gavurun biri diye başlasan bilemezsin belki öyle biri ile
sohbet etmektesin. Hem gavur mu kaldı ki! Laz’ın biri desen gene olmaz. Köylü
desen, “yumurtadan çıkmış da kabuğunu beğenmiyor!” derler.
Değiştirsen biraz yontsan dağlı, orman
adamı vb. desen, kültürde bunların bir karşılıkları yoktur.
Bir vaaz kürsüsüne çıksan yahut konferans
salonunda tam da yeri gelse bir latife yapsan, ucu bir yerlere dokunacak türden
olsa… yapamazsın çünkü bilirsin ki kayıt cihazları olabilir ve o latife
meclisin mahrem sınırlarını taşar ve el aleme rezil olursun.
O yüzden özellikle de çok ve boş
konuşanların işi tümden zor. Vaktiyle bir televizyon sunucusu bir espri
yapıvermişti, daha doğrusu dilinden kaçırmıştı. Bir kesim müthiş alınmış ve iş
siyasete kadar taşınmıştı. Ağızdan kaçan bir laf, adamın iş hayatına mal
olmuştu. Daha sonra benzeri vakalar da yaşanmıştı.
Şimdi işin farkında ve vahametin boyutunun
ayırdımında olan bir kimse ne yapsın? Yeri gelmiş ve cuk diye oturma
istidadında bir nükte şuna dokunur, buna dokunur, şöyle anlaşılır böyle
anlaşılır diye yazı ise geri alınır, söz ise daha ağızdan çıkmadan hapsedilir, yutkunulur.
Haliyle de yazı ya da söz kuru kalır. Doğallığını kaybeder, zorakileşir,
sanallaşır.
Yok ben bunlara aldırmam, ağzıma ne gelirse
söylerim derseniz işte ona da patavatsızlık, kendini bilmezlik diyorlar.
Her yerde artık kameralar var, kayıt
cihazları var.
Derslerde bakıyorum öğrencilerin ellerinde
kayıt cihazları ya da telefonlar ile dersi kaydediyorlar. Artık bize rahatlık
yok vesselam. Eskiden dört duvar arasında hoca talebe arasında kalacak şekilde
nice muhabbetlerimiz olurdu. Artık hâlâ bu tavrı sürdürebilmek için gerçekten
adının patavatsızlığa çıkmasını göze almak lazım. Kim bilir yarın o
söylenenleri kimler dinleyecek, hangi sosyal medyada paylaşılacak.
Modern dünya Big Brother gibi hepimizi her
yerde ve her zaman tarassut ediyor, dinliyor ve gözlüyor.
Şeffaflık moda. Sen olmazsan, başkaları
döküyor ortaya ne var ne yok, her şey gözler önüne seriliyor ve paylaşılıyor.
İşte böyle bir ortamda ilerisinde
mahcubiyet duymamak için kabuğunuza biraz daha çekilmek, el kol hareketlerinize,
ne söylediğinize çok daha dikkat etmek gerekiyor. Bizim çok güzel anlamında
yaptığımız bir el hareketi başkalarının küfrü olabiliyor. Ya da müthiş zeka
anlamında kafaya vurma işareti başkalarınca hakaret anlamına gelebiliyor.
Kerkük Türkmenlerinden ve bizim emekli
Arapça hocalarımızdan Cemal Muhtar anlatmıştı. YÖK’ün kurucu başkanı İhsan
Doğramacı Fransa’da eşi hanımefendi ile bir lokantada yemek yiyorlarmış. Onlar da
nezaket gereği hangi ülkede bulunurlarsa o ülkenin dilini konuşurlarmış.
Birinde yemek yerlerken yanlarına bir anne ile kızı gelmiş, masalar dolu olduğu
için izin isteyip yanlarındaki boş sandalyelere oturmuşlar. Doğramacılar
haliyle Fransızca konuşuyorlar. Kadın ve kızı oturmuşlar ve başlamışlar
birbirleriyle sohbete ve dertleşmeye. Anne kızına:
“Kızım yeter artık! Her önüne çıkan
nasibini tepiyor bir türlü evlenmeye yanaşmıyorsun. Bak evlilik çağın geçiyor.
Artık evlen, biz de mürüvvetini görelim. Bak bu kez karşına çıkan bu adama
hiçbir bahane bulamazsın. Adamın işi gayet güzel, boyu bosu yerinde…”
Kız “Amaan! Anne! Bırak şunu. Adamın
yüzünde meymenet yok, çirkin, ben onunla evlenemem!
“Nee! Çirkin mi!”
“Evet, çirkin ya!”.
“Kızım sen çirkin adam görmemişsin. Şu
yanımızdaki adama bir bak. Çaktırmadan şöyle iyice bak. Adamın suratına bir
bak. Hiç meymenet var mı? Hele şu burunu görüyor musun, burun değil köfte
mübarek. Ama olsun bak ne kadar mutlu gözüküyorlar. Hanım gözlerinin içi gülüyor…”
Anne kız bu kabilden sohbetlerini
sürdürürken bizimkiler de yemeklerini bitirmişler. Sohbet esnasında en ufak bir
açık vermemişler. Kalkmışlar, masadan ayrılırken hâlâ sohbetlerini sürdürmekte
olan anne ve kıza dönmüşler ve
“Afiyet olsun!” deyip ayrılmışlar.
O anne ve kızın yerinde olmak istemezdik
herhalde!
O zaman bilmediğimiz, tanımadığımız
insanların yanında sanki kendi evimizde imiş gibi rahat davranıp, onun bunun
hakkında ileri geri sayılabilecek şeyler konuşamayız.
Diyorum ya bu açık toplum her tarafımızı
açtı.
İtalyan Başbakanı Berlusconi’nin burun
kirini yuvarlayıp da ağzına attığı videosunu izlemeyenimiz neredeyse kalmadı.
Ne yani? Adamcağız çoğu insanın en büyük
zevklerinden biri olan burnu ile oynamasını ağız tadıyla sürdüremeyecek mi?
Üstelik içindekileri tatmaya da meraklı biri ise.
Size/ bize ne adamın burnundan, yuvarlayıp
yuvarlamasından.
Hem bugün ona yarın bize.
Kim bilir eskiden bizim ile Allah arasında
kalan ve çoğu kez de Allah’ın bizzat kendimize dahi unutturduğu şeyler, bundan
böyle ısıtılıp ısıtılıp önümüze konacak ve hayat çekilmez hale gelecek.
Kimisi “Ben böyle hayatın…!” diyecek ve
alıp başını gitmeye çalışacak. Ama nereye! Gittiğiniz ve gideceğiniz yerde aynı
şeyler yok mu sanki?
Ha ben öbür tarafı kastetmiştim diyorsanız,
kayıt kuyut defterinin, arşiv belgelerinin aslı zaten orada. Buradakiler sadece
anlık, ucuz kopyalardan ibaret.
O yüzden yapıp ettiklerimizle yüzleşmek
madem kaçınılmaz, ama burada ama orada. Öyle ise yüzleşince yüzümüzün kızarmayacağı,
başımızın ağrımayacağı ve utançtan yere eğilmeyeceği şeyler yapmalı ve
söylemeli.
Artık “Kürdün/ Laz’ın/ Kayserilinin/
Gavurun biri diye muhabbete başlarken biraz daha temkinli olunmalı. Hoyrat ve
patavatsız tavırlara prim verilmemeli. İnsanları güldürmek, başka insanları
aşağılamak üzerinden yapılmamalı.
İnsanları yücelt ki sen de yücelesin.
Bir arada yaşamaya mecburuz.
Farklılıklarımız, aşağılama sebebi değil
zenginlik olmalı.
Yeri gelince latife de olmalı.
Ama latife latif olsa gerekmiş, bunu herkes
bilmeli.
Dua ile!
25.03.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder