Biz
yeryüzü sakinleriyiz.
Bu
yurdu paylaştığımız başka varlıklar var.
Aynı
mekânda ama farklı boyutta olanlarla işimiz olmayabilir. Ama aynı mekânı
paylaştığımız her varlıkla ortak bir hukukumuz olmalı.
Öyle
ise en büyük ortak paydamız burayı yurt edinenlere nispetle dünyamız olmalı.
Bunların
içine cansızlar, bitkiler ve canlılar girer.
Madenlere
kadar her şeyin doğal dengesi içinde yaşatılması gereği var. Bir şeyin
yokluğunun farkına yok olduğu zaman varılır. Gündüz aydınlık olduğu için güneş
ha olmuş ha olmamış, ama gece karanlık olduğu için ay güneşten daha çok
hissedilir.
Unutmamak
lazım ki özümüzde demirinden, fosfatına, çinkosuna kadar pek çok maden var.
Ve
bitkileri doğal dengesinde korumaya ihtiyacımız var.
Ve
sonra canlıları.
Amaç
ise bütün bunların kendisi için var olduğunu düşündüğümüz insanları.
İmdi
tüm yerküre varlıklarının huzur ve sükûnu için hep birlikte ve bir arada
yaşayabilmenin imkânlarını bulmamız lazım.
Acaba
bu varlık kategorisinde biz insanları bir arada tutabilecek en üst değer ne
olabilir.
Herhalde
bunun cevabı insaniyetliğimizdir.
Bütün
insanlar varlık bakımından eşittirler. Hiçbirinin diğerine üstünlüğü yoktur.
Her ne varsa Rahman’ın kullarıdır ve O, Rab ismiyle tüm kullarını beslemekte, büyütmekte
ve hidayet edip eğitmektedir.
İnsanlar
bu gerçekliğin ya farkındadırlar ya da değillerdir. Rahman, eşsiz rahmetinin
gereği olarak tarihin her aşamasında insanlık dünyasına müdahale etmiş ve bu hakikati
onlara içlerinden seçilen örnekler üzerinden gerçekleştirmek istemiştir.
Böylece
insanlık tarihi ile birlikte DİN’in tarihi de başlamıştır.
Din,
insan için vardır. Din, insanı geliştirmek içindir. Din, insan içinde esasen
yaratılışı itibariyle bir donanım olarak mevcut olan cevherlerin ortaya
çıkarılması ve onların işlenmesi böylece insanın gerçek anlamda kendisini
gerçekleştirebilmesi için vardır.
Bunlar
bir anayol şeklinde devam edegelmiştir. Peygamberler ve ümmetleri bir bayrak
yarışının belli periyotlar içinde koşucularıdır. Zincir halkaları gibi bir
önceki bir sonrakine emaneti teslim eder ve koşu bu şekilde devam eder.
Kıyamete kadar da bu koşu devam edecektir. Peygamberlerin bıraktığı yerden de
onların ardılları mesabesinde olan ulema bu süreci sürdürecektir.
İmdi
hepimiz bu yolun yolcusuyuzdur. Ama kimimiz bunun bilincindedir bunlara ehl-i
icabet denir, kimimiz ise henüz bunun farkında değildir onlara da ehl-i davet
denir. Ama sonuç itibariyle bütün insanlık olarak hepimiz aynı yolun
yolcusuyuzdur. HAY’dan geliriz ve HÛ’ya gideriz. O’ndan geldik, O’na döneriz.
Bedenimiz aslına döner toprak olur, ruhumuz da aslına ulaşmanın yolunu bulur.
Hiçbir
tesadüfe yer olmayan böylesi bir imkân âleminde insan olarak bizim varlık
sahnesine çıkmamız ve varlıklar piramidinin en üstünde yer almamız şükür
etmekten başka akılla asla izah edemeyeceğimiz bir şeydir.
Hepimiz
aynıyız ve hepimiz birbirimizin aynasıyız. Yok birbirimizden bir farkımız. Ama
biz Muhammed Mustafa’nın yolundayız. Bakmayın kendilerini hala Musa’nın,
İsa’nın yolunda olduğunu sananlara. Onlar bayrağı çoktan teslim etmişlerdi
yolun yolcusuna ama herkes işin ayırdımına varamıyor elbet. Hala hızını
alamayıp o vadide, önlerindeki kalabalıkların ardından koşmaya devam ediyorlar.
Oysa öndeki koşucu meydandan çoktan çekilmişti bile.
Koşsunlar,
hani yabancı da değiller. Sonuçta bizim peygamberlerimizin arkasında
olduklarını düşünüyorlar ve öyle inanıyorlar.
Hem
kim onlar: Biri Musa, diğeri İsa. Her ikisinin de ortak atası İbrahim.
Bu
itibarla onları da en büyük insaniyetlik ortak paydasından sonra ikinci sırada
büyüklükte olan İbrahîmîlik etrafında bizimle birlikte bir arada düşünmek
mümkün.
Efendim,
siz iyi Musevîler olun, siz iyi İsevîler olun biz de iyi Muhammedîler olalım,
hep bir araya gelip İbrahimîlik ortak paydasında buluşalım.
Yapabilsek
bu güzel bir şeye benziyor.
Haydi,
bu büyük tasarıyı şimdilik bir tarafa bırakalım.
Gelelim
daha bir alt kimlikte buluşmanın imkânına.
Dün
sınıfta sordum: Teker teker her birine “Hangi millettensin?” dedim. Sırasıyla
çocuklar: Türk’üm, Kürd’üm, Azerî’yim, Arnavut’um, Kırgız’ım… diye cevap
verdiler. Bu arada cevapları uydurduğumu da sanmayın çünkü bizim Marmara
İlahiyat özellikle son senelerde gerçek anlamda milletlerin bir arada harmanlandığı
bir Fakülteye dönüştü. Her ırktan, her renkten, her etnik gruptan
öğrencilerimiz var.
Yapılan
devrimler gerçekten çok şeyi devirmişe benziyor. Çok değil birkaç nesil önce bu
soruyu bir İslam diyarında aynı şekilde farklı etnik gruptan kimselere yöneltseydik,
hepsinin cevabı da tek ve aynı olurdu:
“-Halil
İbrahim milletindenim!”
Hem
de bunu bir iftihar vesilesi bilirler, aidiyetlerini elleri göğüslerinde
şükürle ifade ederlerdi.
Kim
bu büyük millet ki her etnik grup kendisini ona nispet ediyor ve bundan iftihar
duyuyor. Bunu kendi etnik kimliğinin inkârı şeklinde anlayıp da bir eziklik
duymuyor. Baskı sonucu değil, içinden gelerek söylüyor.
O
Halil İbrahim üç büyük ilahî menşeli dinin peygamberlerinin ortak atası olan
ülülazm peygamberlerden Hz. İbrahim.
Belli
ki devrim etkisini icra etmiş ve bizi asîl köklerimizden de koparmayı
başarmıştı. Bunun sonucu olarak artık “Ben Halil İbrahim milletinden değil,
Türk milletindenim” ve öteki de “Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Kırgız, Arap…!”
Emperyalizmin
isteyip de asla bulamayacağı bir bölünmüşlük ve parçalanmışlık iklimi
oluşturulmuştu.
Bizi
bir arada tutan ortak payda altımızdan çekilip alınmış ve bizim alt
kimliklerimiz asıl belirleyici kimliklere dönüştürülmüş ve koca İslam dünyası
bir anda onlarca etnik unsura parçalanmış ve un ufak olmuştu. Bu deprem sonucu
hiçbiri ayakta kalamamış bir iki istisna hariç tümü güçleriyle birlikte özgürlüklerini
ve iradelerini de kaybetmişti. Bir çoğu çok geçmeden dillerini bile kaybedeceklerdi.
Türkler
de kendi aralarında bölünmüştü. Sovyetlerin tasallutu altındaki Türk
toplulukları kendilerini Türk olarak bilmez olmuşlar ve Kazak, Kırkız, Türkmen
gibi yeni kimliklere sahip kılınmışlardı. Üstüne üstlük kendilerine farklı
alfabeler de dayatılarak birbirlerini yazı üzerinden anlamanın imkânı da
ellerinden alınmıştı.
Aynı
şeyi Arap dünyası için de yapmaya çalıştılar. Bugün Halic’den (Basra Körfezi) Muhît’e
(Atlas Okyanusu) kadar koskoca bir Arap dünyası varsa, bu birlik varlığını
Kur’an’ın diline borçludur. Yerel konuşma dillerini resmî dil/yazı dili haline
getirme çabaları eğer sonuç verseydi bugün Arap dünyası da bölük pörçük bir hal
almış olacaktı. Çünkü konuşma dilleri bölgelere nispetle oldukça birbirlerinden
farklı idi. “Keyfe hâlüke”yi herkes “Nasılsın?” diye anlıyordu ama bunun yerine
“İzzeyk”, “İşlûnek” ikame edildiğinde artık ancak bölgesel bir düzlemde
anlaşabileceklerdi. Gizli ve baskıcı emeller gerçekleşemedi ve Kur’an’ın dili
olan Fasih Arapça resmî dil olarak bütün bu farklı iklimlerdeki Arapları bir
arada tuttu.
Kur’an
ise bu merkezî önemini ve tutkal olma özelliğini DİN’den alıyordu.
Aynı
imanı paylaşan bütün milletler, farklı etnik unsurlar Arabıyla Acemiyle bu
ortak paydada toplanabilmişlerdi. Zaman içinde aynı alfabenin de
kullanılmasıyla Arapça sadece bir din dili olmakla kalmamış aynı zamanda üç
kıtada hâkim bir medeniyetin dili de olmuştu. Bütün ilmî ve edebî eserler bu
alfabe ile ve daha özel olarak da bu dille verilmişti. Ancak bu durum yerel
dillerin yok olması sonucunu da doğurmamıştı.
“Biz
Arap mıyız ki Arap alfabesini kullanalım!” diyenler, “Biz Latin miyiz ki Latin
harflerini kullanalım!” sorusuna cevabı akıllarına bile getirmediler. Çünkü amaçlanan
hakkaniyet değildi, niyetleri gerçek anlamda bir devrimdi ve bu insanları müşterek
tarihlerinden, kültür ve medeniyetlerinden koparmak ve koskoca ümmetin kalbi
durumundaki konumundan çıkarmaktı. Bir ülkenin tüm çocukları bir gecede ulemasıyla
birlikte ümmî olarak sabahladılar.
Yeni
moda her ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesiydi. Slogan belki buydu ve
suret-i haktandı ama bunun arkasında asıl amaç o koca bedeni parçalayıp, kolay
yutulur lokmalar haline getirmekti.
Ümmet
tu kaka idi. Ulus güzeldi. Ümmetin bir parçası olmak, sırtta bir kambur
gibiydi, utanılacak bir şeydi ve ölümü pahasına da olsa bu kamburdan kurtulmak
gerekirdi.
Sonunda
olanlar oldu. O koca beden organlarına ayrıldı, kimi el kol oldu, kimi kafa
olarak bir tarafa yuvarlandı, kimi beden olarak parçalandı. Ayaklar baş olmaya
sevdalandı. Bunları bir araya getiren ve hayat veren aslî unsurlar yok
edilmişti dolayısıyla artık bu organların hiçbiri kendi başına hayatiyet
gösteremedi. Koskoca İslam Coğrafyası hâlâ bu bölük pörçüklüğün sonucu olarak
hayatiyet belirtisi gösteren bir güç olamadı.
Şimdilerde
Rahman olan Allah yeniden bize lütuf ve ihsanda bulunuyor. Baş gövdeyle,
organların her biri asıl vücutla birleşmeye doğru gidiyor.
Kesilenler
dikiliyor, parçalananlar yamanıyor ve tıkananlar açılıyor.
Türkiye’nin
de öncülüğünde İslam dünyası yeniden hayat emareleri göstermeye başlıyor ve
yakında düştüğü yerden de kalkmaya çalışacak gibi gözüküyor.
İşte
böylesi mübarek bir süreçte “Hangi millettensin?” sorusuna birey olarak ve etnik
unsurlar olarak sorumluluk alıp hâlâ “Ben Türk’üm, Kürd’üm, Laz’ım, Çerkez’im
Arab’ım… demenin anlamı yok. Artık yeniden “Halil İbrahim Milletindenim”
demenin zamanı.
İşte
o zaman yeniden kocaman bir beden oluruz. Ayağa kalkar, bir medeniyet olarak yeniden
kıyam eder, yeni bir inşaya başlarız. Enkazı ayağa kaldırma, eskiyi restore
değil, yeni inşalar peşinde oluruz. Çok geçmez kültür ve medeniyetimiz yeni bir
aşılanmayla yeniden hayat verir, hayranlık doğurur. Kullanabilmek için kolumuzu
kaldırabilecek gücümüz, bastığımız zaman yerleri zangırtadacak ağırlığımız
olur. Dünyanın dengelerinde yeniden söz sahibi oluruz.
Bu
süreçte eski yaraları deşmenin bir anlamı yoktur. Yaktığımız ağıtları tekrar tekrar
terennümün yeri ve zamanı değildir. Affetmenin, bağışlamanın zamanıdır.
Ciğerinizi deşen Vahşi de olsa görmezden gelmeniz gerekir.
Çoktandır
Yesrib Medine olma yolundadır ve hâlâ cahiliye özlemlerini diri tutmanın anlamı
yoktur. Birbirini yiyen Evs ve Hazrec yok artık, yekpâre Ensâr vardır. Tüm
muhacirîne kucağını açmış, aşlarını, işlerini paylaşmaya hazır Ensar vardır
artık. Öyle olmanın zamanıdır artık.
Affedeceksek
biz affetmeliyiz.
Katlanacaksak
biz katlanmalıyız. Ayağa kalkabilmek için ödediğimiz bedel çok oldu. Hâlâ eski
alışkanlıklarını sürdüren kan emicileri bu süreçten rahatsız olabilir.
Basiretle, hikmetle yeniden birleşme yolunda ilerlememiz gerekir.
Eski
fetih ruhu ülkelerin sınırlarını açmayı gerekli kılıyordu. Şimdi açılması için
zorlanacak sınır yok.
Gönüllerin
dilini herkes anlıyor, duygular anında paylaşılıyor. Bilgi her yere ulaşıyor.
Herkesi
bir yerde toplamanın anlamı da kalmadı. Herkes olduğu ve durduğu yerde katılım
sağlayabilecek durumda.
Bir
el, el olarak kavrayamıyor, tutamıyor, sıkamıyor, boşlayamıyor, alamıyor,
veremiyor… ise onu ana gövdeye eklemenin yük olmaktan gayrı bir hayrı olmaz.
O
yüzden ey Halil İbrahim Milletini oluşturacak Arnavutlar, Türkler, Kürtler,
Araplar…! Önce siz, kendiniz olun, kendinize ait özellikleri en üst düzeyde
geliştirin. Varlığınızın ve yokluğunuzun anlamı olsun. Varlığınız varlığımıza,
varlığımız varlığınıza değer katacaksa armağan olsun.
Artık
çocukların oyuncakları bile küçük etkin parçacıkların bir araya gelmesinden
oluşan devasa boyutlu olağan üstü güçlü varlıklar. Çocuklar bile böylesi
şeylere iltifat ediyor. İşlevli parçaların oluşturduğu bu büyük varlık,
güçlerin toplamını değil çarpımını ifade ediyor.
Türklük,
yakın tarihimize kadar İslamlıkla özdeşti. Medeniyetimizin başkenti
İstanbul’du. Özellikle Avrupa’da bir kimse hidayete erdiği zaman “Türk oldu”
derlerdi.
Türklük
hiçbir zaman bir etnik unsurun adı değildi, tarih boyu İslam’a adanmışlığın
adıydı, bu yolda feda edilmiş canların, oluk oluk akıtılan kanların adıydı. Al
bayrak üzerindeki Hilâl İslam’ı ve yıldız özgürlüğü simgeliyordu.
Bayrağımız
gene aynı bayrak. Ama yüklenen anlamlar değişti. İsim aynı isim, ama müsemma
farklılaştı. İş yokuşa sürüldü. Bunca devrim yapıldı. Kimisi tuttu kimisi
tutmadı. Şimdilerde her şey tabii mecrasını bulmaya çalışıyor.
Artık
hanedanlıklarla verilen dünyaya nizamat, çağdaş kurumlarla veriliyor. Demokrasi
yükselen bir değer olarak İslam ile de kucaklaşmaya başladı. Müslümanlar, etkin
siyaset içinde demokrasiyi de öğrenmeye başladı. Önceleri bizde nefret uyandıran
bu kavram tanıdıkça ve bizlere sunduğu imkânlar gözüktükçe ve bilfiil
yaşandıkça daha bir sevimli gelmeye ve hatta bizdenleşmeye başladı.
Bu
yeni insanlık yürüyüşünde artık bize düşen toparlayıcı olma, birleştirici bir
tavır sergilemek olacaktır.
Bunu
yapabilmenin ön şartı birey olarak ayakları üstünde durabilen, güçlü bir
kişiliğe sahip olan bir insan olmaktır. Aynı şekilde etnik unsur olarak da gelişmiş,
donanımlı, erdemli, kendi bünyesi içinde hastalıklı unsurlar içermeyen bir yapı
halinde olmak ve özlenen birlikteliği işte bu ön şartlarla ulaşmak olmaktadır.
Eğer
yeniden var olmak varsa kaderde ve yeniden varlığımızın bir manası olacaksa
akıl için yol birdir.
Ve
o yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!
Dua
ile!
28.03.2013
GARİBCE
herdogan38@.
YanıtlaSilManşetten verilecek bir değer manzûmesi...
Bu yazıların kamuya açık olması nasıl olacaksa, bu yol temin edilmeli..