28 Mart 2013 Perşembe

Yeni bir kıyam ve yeni bir inşa için ortak payda: Halil İbrahim Milleti




Biz yeryüzü sakinleriyiz.
Bu yurdu paylaştığımız başka varlıklar var.
Aynı mekânda ama farklı boyutta olanlarla işimiz olmayabilir. Ama aynı mekânı paylaştığımız her varlıkla ortak bir hukukumuz olmalı.
Öyle ise en büyük ortak paydamız burayı yurt edinenlere nispetle dünyamız olmalı.
Bunların içine cansızlar, bitkiler ve canlılar girer.
Madenlere kadar her şeyin doğal dengesi içinde yaşatılması gereği var. Bir şeyin yokluğunun farkına yok olduğu zaman varılır. Gündüz aydınlık olduğu için güneş ha olmuş ha olmamış, ama gece karanlık olduğu için ay güneşten daha çok hissedilir.
Unutmamak lazım ki özümüzde demirinden, fosfatına, çinkosuna kadar pek çok maden var.
Ve bitkileri doğal dengesinde korumaya ihtiyacımız var.
Ve sonra canlıları.
Amaç ise bütün bunların kendisi için var olduğunu düşündüğümüz insanları.
İmdi tüm yerküre varlıklarının huzur ve sükûnu için hep birlikte ve bir arada yaşayabilmenin imkânlarını bulmamız lazım.
Acaba bu varlık kategorisinde biz insanları bir arada tutabilecek en üst değer ne olabilir.
Herhalde bunun cevabı insaniyetliğimizdir.
Bütün insanlar varlık bakımından eşittirler. Hiçbirinin diğerine üstünlüğü yoktur. Her ne varsa Rahman’ın kullarıdır ve O, Rab ismiyle tüm kullarını beslemekte, büyütmekte ve hidayet edip eğitmektedir.
İnsanlar bu gerçekliğin ya farkındadırlar ya da değillerdir. Rahman, eşsiz rahmetinin gereği olarak tarihin her aşamasında insanlık dünyasına müdahale etmiş ve bu hakikati onlara içlerinden seçilen örnekler üzerinden gerçekleştirmek istemiştir.
Böylece insanlık tarihi ile birlikte DİN’in tarihi de başlamıştır.
Din, insan için vardır. Din, insanı geliştirmek içindir. Din, insan içinde esasen yaratılışı itibariyle bir donanım olarak mevcut olan cevherlerin ortaya çıkarılması ve onların işlenmesi böylece insanın gerçek anlamda kendisini gerçekleştirebilmesi için vardır.
Bunlar bir anayol şeklinde devam edegelmiştir. Peygamberler ve ümmetleri bir bayrak yarışının belli periyotlar içinde koşucularıdır. Zincir halkaları gibi bir önceki bir sonrakine emaneti teslim eder ve koşu bu şekilde devam eder. Kıyamete kadar da bu koşu devam edecektir. Peygamberlerin bıraktığı yerden de onların ardılları mesabesinde olan ulema bu süreci sürdürecektir.
İmdi hepimiz bu yolun yolcusuyuzdur. Ama kimimiz bunun bilincindedir bunlara ehl-i icabet denir, kimimiz ise henüz bunun farkında değildir onlara da ehl-i davet denir. Ama sonuç itibariyle bütün insanlık olarak hepimiz aynı yolun yolcusuyuzdur. HAY’dan geliriz ve HÛ’ya gideriz. O’ndan geldik, O’na döneriz. Bedenimiz aslına döner toprak olur, ruhumuz da aslına ulaşmanın yolunu bulur.
Hiçbir tesadüfe yer olmayan böylesi bir imkân âleminde insan olarak bizim varlık sahnesine çıkmamız ve varlıklar piramidinin en üstünde yer almamız şükür etmekten başka akılla asla izah edemeyeceğimiz bir şeydir.
Hepimiz aynıyız ve hepimiz birbirimizin aynasıyız. Yok birbirimizden bir farkımız. Ama biz Muhammed Mustafa’nın yolundayız. Bakmayın kendilerini hala Musa’nın, İsa’nın yolunda olduğunu sananlara. Onlar bayrağı çoktan teslim etmişlerdi yolun yolcusuna ama herkes işin ayırdımına varamıyor elbet. Hala hızını alamayıp o vadide, önlerindeki kalabalıkların ardından koşmaya devam ediyorlar. Oysa öndeki koşucu meydandan çoktan çekilmişti bile.
Koşsunlar, hani yabancı da değiller. Sonuçta bizim peygamberlerimizin arkasında olduklarını düşünüyorlar ve öyle inanıyorlar.
Hem kim onlar: Biri Musa, diğeri İsa. Her ikisinin de ortak atası İbrahim.
Bu itibarla onları da en büyük insaniyetlik ortak paydasından sonra ikinci sırada büyüklükte olan İbrahîmîlik etrafında bizimle birlikte bir arada düşünmek mümkün.
Efendim, siz iyi Musevîler olun, siz iyi İsevîler olun biz de iyi Muhammedîler olalım, hep bir araya gelip İbrahimîlik ortak paydasında buluşalım.
Yapabilsek bu güzel bir şeye benziyor.
Haydi, bu büyük tasarıyı şimdilik bir tarafa bırakalım.
Gelelim daha bir alt kimlikte buluşmanın imkânına.
Dün sınıfta sordum: Teker teker her birine “Hangi millettensin?” dedim. Sırasıyla çocuklar: Türk’üm, Kürd’üm, Azerî’yim, Arnavut’um, Kırgız’ım… diye cevap verdiler. Bu arada cevapları uydurduğumu da sanmayın çünkü bizim Marmara İlahiyat özellikle son senelerde gerçek anlamda milletlerin bir arada harmanlandığı bir Fakülteye dönüştü. Her ırktan, her renkten, her etnik gruptan öğrencilerimiz var.
Yapılan devrimler gerçekten çok şeyi devirmişe benziyor. Çok değil birkaç nesil önce bu soruyu bir İslam diyarında aynı şekilde farklı etnik gruptan kimselere yöneltseydik, hepsinin cevabı da tek ve aynı olurdu:
“-Halil İbrahim milletindenim!”
Hem de bunu bir iftihar vesilesi bilirler, aidiyetlerini elleri göğüslerinde şükürle ifade ederlerdi.
Kim bu büyük millet ki her etnik grup kendisini ona nispet ediyor ve bundan iftihar duyuyor. Bunu kendi etnik kimliğinin inkârı şeklinde anlayıp da bir eziklik duymuyor. Baskı sonucu değil, içinden gelerek söylüyor.
O Halil İbrahim üç büyük ilahî menşeli dinin peygamberlerinin ortak atası olan ülülazm peygamberlerden Hz. İbrahim.
Belli ki devrim etkisini icra etmiş ve bizi asîl köklerimizden de koparmayı başarmıştı. Bunun sonucu olarak artık “Ben Halil İbrahim milletinden değil, Türk milletindenim” ve öteki de “Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Kırgız, Arap…!”
Emperyalizmin isteyip de asla bulamayacağı bir bölünmüşlük ve parçalanmışlık iklimi oluşturulmuştu.
Bizi bir arada tutan ortak payda altımızdan çekilip alınmış ve bizim alt kimliklerimiz asıl belirleyici kimliklere dönüştürülmüş ve koca İslam dünyası bir anda onlarca etnik unsura parçalanmış ve un ufak olmuştu. Bu deprem sonucu hiçbiri ayakta kalamamış bir iki istisna hariç tümü güçleriyle birlikte özgürlüklerini ve iradelerini de kaybetmişti. Bir çoğu çok geçmeden dillerini bile kaybedeceklerdi.
Türkler de kendi aralarında bölünmüştü. Sovyetlerin tasallutu altındaki Türk toplulukları kendilerini Türk olarak bilmez olmuşlar ve Kazak, Kırkız, Türkmen gibi yeni kimliklere sahip kılınmışlardı. Üstüne üstlük kendilerine farklı alfabeler de dayatılarak birbirlerini yazı üzerinden anlamanın imkânı da ellerinden alınmıştı.
Aynı şeyi Arap dünyası için de yapmaya çalıştılar. Bugün Halic’den (Basra Körfezi) Muhît’e (Atlas Okyanusu) kadar koskoca bir Arap dünyası varsa, bu birlik varlığını Kur’an’ın diline borçludur. Yerel konuşma dillerini resmî dil/yazı dili haline getirme çabaları eğer sonuç verseydi bugün Arap dünyası da bölük pörçük bir hal almış olacaktı. Çünkü konuşma dilleri bölgelere nispetle oldukça birbirlerinden farklı idi. “Keyfe hâlüke”yi herkes “Nasılsın?” diye anlıyordu ama bunun yerine “İzzeyk”, “İşlûnek” ikame edildiğinde artık ancak bölgesel bir düzlemde anlaşabileceklerdi. Gizli ve baskıcı emeller gerçekleşemedi ve Kur’an’ın dili olan Fasih Arapça resmî dil olarak bütün bu farklı iklimlerdeki Arapları bir arada tuttu.
Kur’an ise bu merkezî önemini ve tutkal olma özelliğini DİN’den alıyordu.
Aynı imanı paylaşan bütün milletler, farklı etnik unsurlar Arabıyla Acemiyle bu ortak paydada toplanabilmişlerdi. Zaman içinde aynı alfabenin de kullanılmasıyla Arapça sadece bir din dili olmakla kalmamış aynı zamanda üç kıtada hâkim bir medeniyetin dili de olmuştu. Bütün ilmî ve edebî eserler bu alfabe ile ve daha özel olarak da bu dille verilmişti. Ancak bu durum yerel dillerin yok olması sonucunu da doğurmamıştı.
“Biz Arap mıyız ki Arap alfabesini kullanalım!” diyenler, “Biz Latin miyiz ki Latin harflerini kullanalım!” sorusuna cevabı akıllarına bile getirmediler. Çünkü amaçlanan hakkaniyet değildi, niyetleri gerçek anlamda bir devrimdi ve bu insanları müşterek tarihlerinden, kültür ve medeniyetlerinden koparmak ve koskoca ümmetin kalbi durumundaki konumundan çıkarmaktı. Bir ülkenin tüm çocukları bir gecede ulemasıyla birlikte ümmî olarak sabahladılar.
Yeni moda her ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesiydi. Slogan belki buydu ve suret-i haktandı ama bunun arkasında asıl amaç o koca bedeni parçalayıp, kolay yutulur lokmalar haline getirmekti.
Ümmet tu kaka idi. Ulus güzeldi. Ümmetin bir parçası olmak, sırtta bir kambur gibiydi, utanılacak bir şeydi ve ölümü pahasına da olsa bu kamburdan kurtulmak gerekirdi.
Sonunda olanlar oldu. O koca beden organlarına ayrıldı, kimi el kol oldu, kimi kafa olarak bir tarafa yuvarlandı, kimi beden olarak parçalandı. Ayaklar baş olmaya sevdalandı. Bunları bir araya getiren ve hayat veren aslî unsurlar yok edilmişti dolayısıyla artık bu organların hiçbiri kendi başına hayatiyet gösteremedi. Koskoca İslam Coğrafyası hâlâ bu bölük pörçüklüğün sonucu olarak hayatiyet belirtisi gösteren bir güç olamadı.
Şimdilerde Rahman olan Allah yeniden bize lütuf ve ihsanda bulunuyor. Baş gövdeyle, organların her biri asıl vücutla birleşmeye doğru gidiyor.
Kesilenler dikiliyor, parçalananlar yamanıyor ve tıkananlar açılıyor.
Türkiye’nin de öncülüğünde İslam dünyası yeniden hayat emareleri göstermeye başlıyor ve yakında düştüğü yerden de kalkmaya çalışacak gibi gözüküyor.
İşte böylesi mübarek bir süreçte “Hangi millettensin?” sorusuna birey olarak ve etnik unsurlar olarak sorumluluk alıp hâlâ “Ben Türk’üm, Kürd’üm, Laz’ım, Çerkez’im Arab’ım… demenin anlamı yok. Artık yeniden “Halil İbrahim Milletindenim” demenin zamanı.
İşte o zaman yeniden kocaman bir beden oluruz. Ayağa kalkar, bir medeniyet olarak yeniden kıyam eder, yeni bir inşaya başlarız. Enkazı ayağa kaldırma, eskiyi restore değil, yeni inşalar peşinde oluruz. Çok geçmez kültür ve medeniyetimiz yeni bir aşılanmayla yeniden hayat verir, hayranlık doğurur. Kullanabilmek için kolumuzu kaldırabilecek gücümüz, bastığımız zaman yerleri zangırtadacak ağırlığımız olur. Dünyanın dengelerinde yeniden söz sahibi oluruz.
Bu süreçte eski yaraları deşmenin bir anlamı yoktur. Yaktığımız ağıtları tekrar tekrar terennümün yeri ve zamanı değildir. Affetmenin, bağışlamanın zamanıdır. Ciğerinizi deşen Vahşi de olsa görmezden gelmeniz gerekir.
Çoktandır Yesrib Medine olma yolundadır ve hâlâ cahiliye özlemlerini diri tutmanın anlamı yoktur. Birbirini yiyen Evs ve Hazrec yok artık, yekpâre Ensâr vardır. Tüm muhacirîne kucağını açmış, aşlarını, işlerini paylaşmaya hazır Ensar vardır artık. Öyle olmanın zamanıdır artık.
Affedeceksek biz affetmeliyiz.
Katlanacaksak biz katlanmalıyız. Ayağa kalkabilmek için ödediğimiz bedel çok oldu. Hâlâ eski alışkanlıklarını sürdüren kan emicileri bu süreçten rahatsız olabilir. Basiretle, hikmetle yeniden birleşme yolunda ilerlememiz gerekir.
Eski fetih ruhu ülkelerin sınırlarını açmayı gerekli kılıyordu. Şimdi açılması için zorlanacak sınır yok.
Gönüllerin dilini herkes anlıyor, duygular anında paylaşılıyor. Bilgi her yere ulaşıyor.
Herkesi bir yerde toplamanın anlamı da kalmadı. Herkes olduğu ve durduğu yerde katılım sağlayabilecek durumda.
Bir el, el olarak kavrayamıyor, tutamıyor, sıkamıyor, boşlayamıyor, alamıyor, veremiyor… ise onu ana gövdeye eklemenin yük olmaktan gayrı bir hayrı olmaz.
O yüzden ey Halil İbrahim Milletini oluşturacak Arnavutlar, Türkler, Kürtler, Araplar…! Önce siz, kendiniz olun, kendinize ait özellikleri en üst düzeyde geliştirin. Varlığınızın ve yokluğunuzun anlamı olsun. Varlığınız varlığımıza, varlığımız varlığınıza değer katacaksa armağan olsun.
Artık çocukların oyuncakları bile küçük etkin parçacıkların bir araya gelmesinden oluşan devasa boyutlu olağan üstü güçlü varlıklar. Çocuklar bile böylesi şeylere iltifat ediyor. İşlevli parçaların oluşturduğu bu büyük varlık, güçlerin toplamını değil çarpımını ifade ediyor.
Türklük, yakın tarihimize kadar İslamlıkla özdeşti. Medeniyetimizin başkenti İstanbul’du. Özellikle Avrupa’da bir kimse hidayete erdiği zaman “Türk oldu” derlerdi.
Türklük hiçbir zaman bir etnik unsurun adı değildi, tarih boyu İslam’a adanmışlığın adıydı, bu yolda feda edilmiş canların, oluk oluk akıtılan kanların adıydı. Al bayrak üzerindeki Hilâl İslam’ı ve yıldız özgürlüğü simgeliyordu.
Bayrağımız gene aynı bayrak. Ama yüklenen anlamlar değişti. İsim aynı isim, ama müsemma farklılaştı. İş yokuşa sürüldü. Bunca devrim yapıldı. Kimisi tuttu kimisi tutmadı. Şimdilerde her şey tabii mecrasını bulmaya çalışıyor.
Artık hanedanlıklarla verilen dünyaya nizamat, çağdaş kurumlarla veriliyor. Demokrasi yükselen bir değer olarak İslam ile de kucaklaşmaya başladı. Müslümanlar, etkin siyaset içinde demokrasiyi de öğrenmeye başladı. Önceleri bizde nefret uyandıran bu kavram tanıdıkça ve bizlere sunduğu imkânlar gözüktükçe ve bilfiil yaşandıkça daha bir sevimli gelmeye ve hatta bizdenleşmeye başladı.
Bu yeni insanlık yürüyüşünde artık bize düşen toparlayıcı olma, birleştirici bir tavır sergilemek olacaktır.
Bunu yapabilmenin ön şartı birey olarak ayakları üstünde durabilen, güçlü bir kişiliğe sahip olan bir insan olmaktır. Aynı şekilde etnik unsur olarak da gelişmiş, donanımlı, erdemli, kendi bünyesi içinde hastalıklı unsurlar içermeyen bir yapı halinde olmak ve özlenen birlikteliği işte bu ön şartlarla ulaşmak olmaktadır.
Eğer yeniden var olmak varsa kaderde ve yeniden varlığımızın bir manası olacaksa akıl için yol birdir.
Ve o yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!
Dua ile!
28.03.2013
GARİBCE



1 yorum:

  1. herdogan38@.
    Manşetten verilecek bir değer manzûmesi...
    Bu yazıların kamuya açık olması nasıl olacaksa, bu yol temin edilmeli..

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...