Kader var mı?
İnsan olmamız kaderimiz mi?
Anne ve babamızı seçmemiz ve içine gözümüzü açtığımız
dünyamız, dinimiz, kültürümüz kader mi?
Ben neden bu kadar hızlı değişimlerin yaşandığı
dönemin çocuğuyum da benim büyük büyük… büyük dedem bedavet çadırı içinde
dünyaya gelmiş.
Bugünkü durduğumuz yerden baktığımız zaman Cahiliye
dönemi dediğimiz devrelere tekabül eden bu dönemlerde insanlar varlıklarını
nasıl sürdürüyorlardı?
İslam gelince bu kabilden kurumlara ne kadar müdahale
etti?
Türk illerinde durum ne idi? Türk olmamıza rağmen
fazla bilgimiz yok. Ama Arab’ın atasına ötesine baktığımızda hayat şöyle
yürüyordu.
Bir kabile içinde belki bir çadırda hayata gözünü
açıyordu yeni doğan. Cinsiyeti önceden bilinmediği için merakla bekleniyordu. Erkek
idi ise sevinç getiriyordu. Kız idiyse yasa boğuyordu. Kız müjdesi alındığında
öfkeden mosmor kesilenler az değildi. Diri diri toprağa mı gömsündü, yoksa
arıyla bağrına mı bassındı? Çünkü her an
çapul olabilirdi ve kızlar/ kadınlar çapulda her zaman kaybedilebilecek
üyelerdi. Onlara uzanan eller, namusa uzanırdı, onlar kirlenince tüm kabile
kirlenirdi.
Erkek
öyle mi? Büyüyecek, at binecek kılıç kuşanacak, kabilenin şerefini koruyacak,
ava gidecek avlayacak, ekecek biçecek, dağa çıkacak meyve toplayacak, baskınlar
yapacak, çapullara katılacak, öc alacak… kabilenin güvenliği ona emanet
edilecek…
Kabilenin
erkek üyeleri arasında müthiş bir dayanışma olacak. Olur ya içlerinden biri
esir düşerse fidyesini tüm kabilenin erkek üyeleri ödeyecek, hata yoluyla bir
öldürme fiili işlerse kan bedelini tüm kabilenin erkek üyeleri üstlenecek,
elden ayaktan düşer ve bakıma muhtaç hale gelirse, bakımını (nafaka) tüm
kabilenin erkek üyeleri üstlenecek. Her erkeğin durumu böyle olacak.
İşte
bu dayanışma ve güvenlik şemsiyesine Araplar “Âkıle” demişler.
Tamamen
kabile esaslı ve erkek üyeler (asabe) arasında söz konusu olan bir dayanışma
ünitesi.
İslam
gelmiş, tamam demiş bu bize uyar! Aynen kabul etmiş ve Âkıle sistemi İslam’ın
bir müessesesi oluvermiş.
Hz.
Ömer gelmiş bakmış dayanışma kabile üyeleri arasından daha çok Divan’da aynı
sayfada kayıtlı olan üyeler arasında. Demiş ki Âkıle divan üyeleri olmalı ve
uygulamayı o şekilde sürdürmüş.
Aradan
asırlar geçmiş. Esnaf kuruluşları, loncalar ortaya çıkmış. Meslekleri ile
ilgili olarak kendi aralarında dayanışma sandıkları oluşmuş. Bugün pek çok oda
var ve her oda kendi üyelerini güvenlik altına alma çabasında.
Sonra
ülkeler tüm vatandaşlarını güvenlik şemsiyesi altına almanın gayreti içerisine
girmişler.
Güvenlik
çeşitli sektörler ve iş kolları itibariyle alanlara ayrılmış.
Söz
gelimi trafik ayrı bir alanı oluşturmuş ve bütün trafiğe çıkan araçlar arasında
bir dayanışma ve riski paylaşma anlayışı fevkalade ince istatistik hesaplara
dayalı bir biçimde kurumsallaştırılmış ve trafik sigortası diye bir kurum
ortaya çıkmış. Bu mecbur hale getirilmiş. Bugün herhangi bir şekilde trafik
kazasına katılan kimsenin verdiği ya da uğradığı zarar tazmin edilebilmektedir.
Bütün bu risklerin karşılığında belli bir ücret (prim) ödenmesi yeterli
görülmektedir.
Garibce
nazarında gök kubbe altında yeni bir şey yoktur. Dün adına âkıle denilen sistem
adı değil amma işlevi itibariyle bugün de aynısıyla ve de gelişmiş şekliyle
vardır. Kurumlaşmıştır. Bunu devletler yapabildiği gibi kâr amaçlı özel sektör
de yapmaktadır.
Bizim
bazı fukaha hâlâ direniyor ve bu bize uymaz diyor. Niye denilince de çünkü
bilinmezlik (garar) vardır, faiz vardır, kumar vardır… gibi beş para etmez
argümanlar ileri sürüyor.
Adam
hayatında hiç kumar oynamamıştır, haklı olarak kumarı bilmez. Ama bilmediği bir
şeye o zaman nasıl benzetir. Sen kumarı oyunda oturduğu evini, altındaki
arabasını ve hatta bilmem nesini üttüren adama soracaksın ve diyeceksin ki “Hemşerim,
şu sigortaya kumar diyorlar, hele bir de bakalım gerçekten kumar mı?” Adamın
cevabını ben tahmin edebiliyorum, ama haydi söylemeyeyim.
Neymiş?
Garar (bilinmezlik) varmış… Yanlış yere bakarsan elbette öyle göreceksin. Bir
kere doğru yere bakılmalı. Bu akdin konusu tamamen güvence elde etmektir.
Hasar olursa tazmin edilecek, edilmezse bir şey lazım gelmeyecek. Her halükarda
primler ise ödenecek. Dolayısıyla bu akitte akdin özelliği itibariyle konu
“güvence”dir ve bu alınmıştır verilmiştir, sigorta şirketi primlerini almış
buna mukabil sigorta yaptıran da güvence almış riski sıfırlayarak mal
emniyetini sağlamıştır.
Neymiş?
Kadere razı olmamakmış… Tedbir almak ne zamandır kadere rıza göstermemek
olmuştur? Dün deve sağlam kazığa bağlanınca ancak gerçek tevekkül yapılıyordu.
Bugünün sağlam kazıkları artık güvence
veren akitler olmaktadır.
Güvenlik
ile ilgili riskler o kadar çoğalmış ve çeşitlenmiştir ki maşallah, tevekkeltü
alallah diyerek, yâ hâfız levhası asarak
ayetelkürsi okuyarak bu riskler savulmaz olmuştur. İnsanlar yine okusunlar, yine
sığınsınlar… ama tedbirlerini aldıktan sonra.
İşte
bir hatıra:
Duran
hocanın kızının düğününe gitmiştik. Hafız İhsan hocanın arabasıyla dönecektik. Kerim
Abi ile ben önden ilerleyerek daha önce arabanın yanına vardık. Üsküdar sahilinde
yol kenarına sırayla park edilmiş arabalar ve hepsinin camına tutuşturulmuş
park yasağı ihlali sebebiyle ceza makbuzları var. Kerim Abi hemen göstermeden makbuzu
aldı ve arabaya bindik. Kerim Abi takılmaya başladı. İhsan hocaya: “Hocam!”
dedi. “Bütün arabaların önünde ceza makbuzu vardı. Bak seninkinde yok. Bu nasıl
oluyor?”.
İhsan
Hoca kendinden gayet emin: “Biz” dedi “arabayı koyarken ayete’l-kürsiyi
okuyoruz, daha kimse dokunmuyor!”.
Kerim
Abi ve ben eve varıncaya kadar İhsan hocaya takılmaya devam ettik. “Hocam ne
okudun? Kaç defa okudun? Etrafına üfürdün mü…? Daire içine mi aldın?” gibi sorularla
tadını çıkardık. Nihayet eve varıp da inince Kerim Abi makbuzu uzattı ve: “Buyur!
dedi. Arabanın ceza makbuzu!”
Hepimiz
çok gülmüştük.
Belli
ki bu kez İhsan Hoca’nın okuyup üfürmesi işe yaramamıştı.
Biz
Allah’ın Rezzak olduğuna inanırız. İş yerlerimize “er-Rızku Alallah!” levhası
asarız. Ama hiçbirimiz, bu imana güvenle rızkımızı ağzımıza koyması için tembel
tembel beklemeyiz.
Neymiş
efendim? Bilinmezlik ve cehalet varmış. Bunların hiçbiri âkıle sisteminde,
mevlâl-muvâlât akdinde mevcut bulunan bilinmezlikten, garardan… fazla değildir.
Mevla’l-muvalat
şudur: Hiç kimsesi olmayan bir kimse size geliyor ve diyor ki: “Gel aramızda bir
anlaşma yapalım. Ben bir cinayete karışırsam diyetimi sen öde! Ben ölünce de ne
malım olursa varisim sen ol!”
Bu
akdi fukaha caiz görüyor.
Onlar
o gün için nasıl caiz idiyse, bugün de bu kurumlaşmış yapılar caiz olacaktır.
Bir kurumun adı ya da şekli çok da önemli değildir. Önemli olan onun işlevidir,
icra ettiği fonksiyondur.
Dün
olduğu gibi bugün de insanlarımızın huzurlu ve güven içinde olmasını sağlıyorsa,
dünün kurumlarını benimseyip sahiplenen İslam, bugünün kurumlarını neden yok
saysın, hatta mahkum etsin.
Bize
lazım olan huzur ve güven. Bunu dün büyük büyük babalarımız âkıle kurumu ile elde
etmişler ve benimsemişler. Biz de bugünün çocukları olarak âkılemizi asabe ile
nasıl belirleyebiliriz. Asabe mi kaldı. Kabile mi var?
Allah
kimseyi yoksul düşürmesin. İçimizden biri yoksul düşse yakınlarından hiçbiri
elini uzatmıyor, gene yükü devlet ve devletin oluşturduğu sosyal kurumlar
üstleniyor. Gerçeklik bu. Nice zengin insanların yakınları yoksulluk içinde
hayatlarını yaşıyorlar.
Hal
böyle iken dünkü işlevleri daha rafine edilmiş kurumlar olarak ortaya çıkan ve
üstlenen sigorta vb. kurumları mahkum etmek esasen burada anlatmaya
çalıştığımız aşamaları takip edememek ya da hesaba katmamak anlamına gelir.
Dün
güvenlik önemliydi ve bunun için erkeklerin kavvamlığına ihtiyaç vardı.
Bu
gün de güvenlik aynı derecede önemlidir. Ancak artık bu kurumlar yoluyla
karşılanıyor. Askeriye ve emniyet teşkilatı profesyonel güvenlik hizmetlerini
üstlenmiş durumdalar. Bunlar artık para ile satın alınan hizmetler olmuştur/
olmalıdır. Bunların yetişemediği yerlerde özel güvenlik şirketleri devreye
girmiş bulunmaktadır. İnsanlar bunlara önemli aidatlar ödüyorlar. Ne için? Güvenlik
için?
Peki
bu caiz oluyor da aynı güvenlik saikıyla sigortaya prim adıyla ödenen meblağlar
niye caiz olmuyor?
Görüldüğü
gibi deveye neden boynun eğri demişler, nerem doğru ki demiş.
Doktorlar
tanı koyacakları zaman kitaplardan değil, hastadan hareketle tanı koyarlar ve
reçete yazarlar.
Bizim
bir kısım fukaha ise kitapta ne yazdığına bakıyor. Hareket noktası olarak onu
görüyor. Oysa gerçeklik dışarıda, karşımızda, hayatın içinde hem de çırılçıplak
bir vaziyette duruyor.
Biz
sağlıklı tanıyı, işe hastadan başlayan doktor gibi olgudan hareketle başlarsak
koyabiliriz. Verdiğimiz hükümler hayat içinde karşılığı olacağı için kabul
görür. İnsanları İslamlık dairesi içinde o zaman daha kolay tutabiliriz.
İslamlığı,
yapıp ettiklerimizin ahlakîliği ile ortaya koyamazsak, dar kalıplar içinde
birtakım görünürlüklere indirgemek gibi bir sonuca müncer oluruz.
Sadece
görünürlük üzerinden ortaya konulan bir İslam bize huzur getirmez.
Hz.
Peygamber kendi çağının genel geçer kurumlarını ipka etti. Ne pazara karıştı, ne
dinar ve dirheme.
Buna
mukabil “Verdiğiniz sözlere riayet edin!” dedi.
“Kimseyi
aldatmayın. Ölçü ve tartıda hile yapmayın!” dedi.
Ölçü
ne idiyse gene o oldu. Tartı ne idiyse gene o olarak kaldı.
“Bizi
aldatan bizden değildir!” dedi.
Hayatın
içinde öteden beri yürümekte olan kurumların işlerliğine ahlakîliği getirdi.
Haddizatında
insanlığın vicdanında mahkum olmuş zulümlere yol vermedi. Onları kaldırdı. Kan
davasını ayaklar altına aldı. Sömürüye yol açan tefeciliğe son verdi. “Ne zulmedin
ne de zulme uğrayın!” dedi.
Daha
ne desindi?
Selam
olsun!
Dua
ile!
02.02.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder