İslam’ın
şartı altıdır; altıncısı da kişi haddini bilmektir.
İslamlık
aslında insanlığa zaid bir değerdir. Dolayısıyla bu şart aynısıyla insanlığın
da bir ön şartıdır.
Her
ne iseniz, o olun. Kendi kabınızı adam gibi doldurun, ağır olun, olur olmaz
şeylerin arkasına koşmayın, sataşmayın, karalamayın.
Adil
olun, hakkınızı bilin ve herkese hakkını teslim edin.
Bir
başkasına olan kin ve öfkeniz sizi haktan ve adaletten ayırmasın. Hasbelkader
bir jüride iseniz ve aday hak etmişse hakkını teslim edin. Ama hak etmişliği
yoksa o zaman da vermemeniz adalet olacaktır. Çünkü yarın o hak etmediği kamu
yetkisini nâ-ehil bir biçimde kullanacak ve belki nice canlar yakacaktır, nice
göz çıkaracak nice çam devirecek ve nice küp kıracaktır. Ne lazım. O yüzden hak
etmeyene hakkı olmayan şeyi de vermeyin. Ancak o zaman adalet yapmış olursunuz.
Ama şöyle ama böyle şeklindeki iyi niyetli mülahazalar çoğu kez aldatıcı
olmaktadır.
Bilmediğiniz
alanda hele ahkam kesmek gibi bir yola asla girmeyin. İyi niyetiniz kırdığınız
küpleri, devirdiğiniz çamları geri getirmez.
Bizim
Osmanlı ile yazı bağımızın kopması, koskoca milletin bir anda okur yazar
debisinin sıfıra düşmesi gibi bir sonucu doğurmuş ve fakat duyulan zorunluluk
ister istemez bu alanda çabaları gerekli kılmış. Devlet takip ettiği ideoloji
sebebiyle zaten bu türden çabaları ya suç saymış ya da en azından hiç görmemiş,
en küçük bir destek vermemiş. Haliyle bu alanda ya hiç insan yetişmemiş ya da
kendi çabaları ile yetişmeye çalışanlar oldukça yetersiz kalmış.
Bu
yüzden iyi bir Arapça ve Farsça bilgisi olmaksızın Osmanlıca eserler üzerinde
yapılan çalışmalara fazla güvenmemek ve onları tekrar gözden geçirmek ve sağlam
metinlere ulaşmak gerekir.
Sözgelimi
Salahaddin el-Eyyubî nevverallahu madcaahu şeklindeki bir metindeki Nevverallah
şeklindeki ve Allah onun kabrini nur ile doldursun anlamındaki dua cümlesi bir
anda Nurullah şeklinde adamın ikinci bir ismi oluverir de biz de yahu kimmiş bu
adam diye Tarihte adam aramaya kalkarız.
İsmet
Sungurbey’in latinize ettiği Ömer Hilmi Efendi’nin Vakıflara dair eseri İthâfu’l-ahlâf
fî ahkâmı’l-evkâf’ın daha ilk kelimesi yanlış okunmuş bir şekilde başlayabilir.
Böylesi
iyi niyetli ama dil bakımından yetersiz insanların yaptıkları hatalar yanında
bir de İslam’a olan düşmanlığı sebebiyle Osmanlıya ve Osmanlı ulemasına da kin
ve nefret besleyen ve düşmanlığını sarhoş kusmuğu gibi içinde tutamayan
zavallılar da hep olmuştur. Bunlar kendi akıllarınca Osmanlı ulemasıyla alay
etmeyi bir erdem bilmişler ve her fırsatta saldırmışlardır. Ne ilginçtir ki
saldırdıkları Don Kişot’un dev diye saldırdığı yel değirmenleri gibi sapasağlam
yerlerinde durmuşlar ve değirmenin çarklarına kolunu kahadını kaptırıp da
eşeğinden düşüp tepe takla olan kendileri olmuştur.
Osmanlı
ulemasını eleştiririz ve eleştirmeliyiz de elbette. Ama haklarını teslim
ettikten sonra. Sırf küfretmiş olmak için onların ilimlerine sahip olmadan,
dediklerini anlamadan defe koyup çalmaya kalkışmak ancak sahibini gülünç duruma
düşürür.
İşte
bir örnek:
1921 İstanbul doğumlu
İlhan Arsel, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörü. Anayasa Hukukçusu. 27
Mayıs devrimcilerinin yanında yer almış biri.
İslamı öğrenmek ve
anlamak için gerekli olan Arapçayı bilmeyen, hiç bir İslami eğitim almayan Arsel,
yazdığı kitapların yarısından fazlasını anlamadığı ama bildiğini zannettiği
İslamî konulara ayırmış. İslam’ı
anlamayan, ıstılahlarına yabancı olan, müslümanlara karşı içi kin ve nefretle
dolu olan Arsel, "Din
kitapları, insanın pire ile ilişkiye girebileceğini anlatıyor... Böyle din mi
olur?.." diye Osmanlı ulemasını tiye almaya da kalkışmıştı. “Pir” kelimesini “Pire” ile ayırt
edemeyek kadar bile osmanlıca bilemeyen ama buna rağmen hukuk profesörü
olabilen yazara cevabı bir usta Orhan Şaik GÖKYAY veriyordu:
FETVA SÛRETİ
Mes’ele:
A) Bir kimesne, bir yolunu bulup
Medresetü’l-Kuzât’ta, ıstılâh-ı zamâne ile Hukuk Fakültesi’nde, bi-eyy-i hal
müderrislik pâyesi ihrâz idüp ta’lim ve tedrîs kürsîsini işgal eylese,
B) Feemmâ ol kimesne okuduğun anlamasa ve işbu
anlamaduğu nesne üzerine âdemoğullarından herhangi birini pire misillü
mûziyâtın en küçüğiyle
çiftleşmesi gibi aklen ve naklen havsala-i beşerin ihâtasından hâriç bulunan bu
türlü bir iddiâya vücut verüp birtakım nâ-becâ ve nâ-sezâ ahkâm-ı bâtıla
binâsına kalkışsa,
C) Ve bu iddiâsını, Ebussuud Efendi gibi,
Osmanlı Devleti’nin en yüksek ve ileri çağında, İkinci İmam Ebû Hanîfe diye
yüceltilen ve otuz yıl aralıksız şeyhulislâm olan ulu bir fıkıh ve tefsir
âlimine ve kanun yapıcısına isnad ile kendüleri hakkında, “onu hiçbir vechile
büyük insan, ya da ilim adamı saymak olanağı yoktur” deyû bühtanlar eylese,
Ç) Her kangı bir tarîk-ı âm üzerinde
karşımıza çıkacak âhâd-ı nâstan şerîatçe mükellef sayılan lâalettâyin bir
ferdin dahî, insan-oğlunun pire ile cimâını tasavvur etmenin imkânsız olduğunu
teyakkun edeceğinde, böyle bir süâle muhâtap olduğu takdirde, buna “zehî
tasavvur-ı bâtıl, zehî hayâl-i muhâl” mısra’-ı meşhûru ile karşılık
vereceğinden aslâ ve kat’â şek ve şüpheye mahal olmaduğu bilinse,
D) Bundan mâadâ, müderris-i merkûmun,
kendinin emsâl ve akranlarından nicelerinin Kurûn-i Vüstâ medreselerinden her
kangı birinde, müderrislik değil, ta’lim ve teallüm ile külliyyen alâkası
bulunmayan ve ednâ hıdmetlerden sayduğu “hademelik” bile yapamayacak kertelerde
kimselerden olduğu ve kifâyet-i ilmiyyesinin mefkûdiyyeti, tevâtür hudûdunu
aşup alâ mele’in-nâs ikrâr ve î’tirâfı ile sübut bulsa, ol müderrisin,
medrese-i mezkûrede işgâl eylediği tâ’lim ve tedrîs makâmında ibkâsı câiz olur
mu?
el-Cevâb:
Olmaz.
Ketebehû’l-fakîr ilâ
Rabbihî’l-Ganî Orhan Şaik el-Kavsü’l-kuzahî el-Karlûki el-Oğuzî, ufiye anhü, fî
Muharremi’l-harâm, sene 1397 min hicret’in Nebî sallallâhü aleyhi vesellem.
(Orhan Şaik GÖKYAY, Destursuz
Bağa Girenler, İstanbul 1982, s.261)
__oOo__
Rahmete vesile olsun! Adalet
yerini bulsun!
Kim ne hak ettiyse!
Saygıyla ve sevgiyle!
13.02.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder