Biz Arapça
öğretemiyoruz.
He gardaş! Biz
öğretemiyoruz. Kimse de öğretemez zaten.
Peki, bu dil
öğrenilemez de onun için mi öğretemiyoruz.
Hayır,
öğrenenler var.
Peki, nasıl
öğreniyorlar öğrenenler.
Elbette
çalışarak, öğrenmeye azmedip, okuyup yazarak, dinleyerek, seyrederek, olmadı
Arap ülkelerine giderek.
İmdi “Bizim
öğrencilerimiz öğrenemiyorlar!” demek bir kere ne kadar doğrudur?
Eskiden biz talebe
iken öğreniyorduk da şimdi bunlar mı öğrenemiyorlar. Çünkü biz kaçan balıktık,
büyük olurdu hani.
Ne o ne de öteki.
Garibce
nazarında öğrencilerimiz Arapçayı öğreniyorlar.
Hepsi mi?
Elbette hayır. Ama öğrenmek isteyen öğreniyor. Öğrenmemek için direnenler de
haliyle öğrenemiyor. Ama suçu kendine bilmek yerine “Öğretilemiyor” şeklinde bir mazerete
sığınmayı daha çıkarcı buluyor.
Arapça hocası
olmamakla birlikte yıllarca okuttum ve hâlâ da bu derslere girmekteyim. Bir
kitabını yazmadığım kaldı.
Ortalama otuz
kişilik sınıflarımız oluyor. Sonuç ortala şöyle: Bunların onu öğreniyor, onu
ortalarda gezeliyor. Onu da pek bir şey öğrenemiyor.
Ne öğreniyor
derseniz, elbette ki imkanlarla sınırlı olarak evvelemirde okuma ve anlamayı
öğreniyor.
İnsaf etmek
lazımdır. Bir dilin öğrenilmesi için yoğun bir programla üç yıl gibi bir zaman
ayırmak gereği vardır. Haydi, kabiliyetliyiz, azimliyiz, hırslıyız… o takdirde iki
yıl olsun diyelim.
Dilin dört
becerisi vardır: Duyma ve anlama. Okuma ve anlama. Yazma ve anlatma. Konuşma ve
anlatma.
İmdi bu dört
melekenin bir kişide oluşması için ayrılması lazım gelen zaman hazırlık sınıfı
öğrencileri için sunuluyor mu? Bence hayır. İki yarı yıl ve bunlar da
tatillerle delik deşik bir takvim oluyor. Öğrencinin yoğunlaşmasına imkan
verilmiyor.
Evvelemirde bir
motivasyon sorunu yaşanıyor. Yıllarca başka kapıların kapalı olması, bizim kapı
önünde bir tehacüme sebep oldu. İlahiyat öğrencilerinin özellikle de kızların
önemli bir kısmı –çoğunluğu diyeceğim de yüreğim elvermiyor- daha çok ailenin
de güven duyacağı bir fakülte okumuş olmak için burada okuyor. Yani ben
ilahiyat okuyacağım ve bu alanda insanlarımıza hizmet edeceğim, irade ve azmi
net ve belirgin bir şekilde bulunmuyor. Bir çoğu sevdiği oğlanı alamayıp da
aldığı oğlanı sevmeye çalışan kızın tavrını sergiliyor. Nikahta keramet arıyor.
Hal böyle
olunca önündeki kırk elli yıllık ömrünü
adayacağı hizmet için gerekli donanımın başında Arapçanın iyi derecede bilinmesi
gereği onu fazla ilgilendirmiyor. Yani işte öylesine fakülteye devam etsin,
günleri eğlenceli geçsin, dersler sıkıcı olmasın, hoca yoklamaya takılmasın,
etkinliklere katılsın, elinden hiç düşürmediği kıymetli /pahalı oyuncaklarıyla
sosyal medyada kendini görünür kılsın, zamanı gelince de sınavlara girsin, bir
hafta ya da bir iki gün öncesinden başladığı çalışmayla yeterli ve hatta yüksek
notlar alsın ve sınıfını da geçsin ve nihayetinde mezun olsun, fakülteyi
bitirsin, güzel bir merasim yapılsın, cübbeler giyilsin, aileler katılsın,
unutulmayacak coşkulu bir gece yaşansın, fotoğraflar çektirilsin, anılar kalıcı
kılınsın.
Hal böyle
olunca ilim tahsili için gerekli olan en önemli şart zekadan hemen sonra gelen
hırs (motivasyon) eksik kalıyor. Motor çok güçlü de olsa yakıt yoksa ya da çok
azsa fazla yol alamıyorsunuz, uzun yollara girmeyi göze dahi alamıyorsunuz.
Günü birlik anlayışlarla zamanı tüketiyorsunuz.
Her sınıfta
bulunan ve kendi aralarında bir tür yarışma havası içinde çalışan on kadar öğrenciye
mukabil on tane de tam tersi derse çalışmayı bir külfet gören, katılımı
sevmeyen, ödevlerini yapmayan, dersin kaynatılmasını minnet bilen, dersin
yapılmaması için uğraşan tipler bulunuyor. Ortadaki on kişi ise bazen bunların
yanında bazen de diğer öncü on öğrencilerin yanında yer alıyorlar. Yani bunlar
her iki kesime de katılma potansiyeli olan öğrenciler oluyorlar.
Son sıralardaki
on öğrencinin de başı çekmesiyle kendi aralarında anlaşarak dönem öncesi
sonrası bazen hafta boyunca hiç dersin yapılmadığı zamanlar olur. Ara açılır,
talebe soğur, ders çalışma azmi körelir.
Bir dilin
öğrenimi öyle kolay değildir. Bir kere dil öğretilmez öğrenilir. Hoca önemlidir
ancak bir yere kadar. Sınıf sistemlerinde hoca ayrım yapmadan dersi anlatır. Herkes
aynı derecede anlar mı? Hayır. Bunun bir takım elbette ki sebepleri vardır.
Bunlardan bir kısmı kabiliyet ile ilgili ise asıl daha çoğu kendini derse vermekle
ilgilidir. Çünkü sınıfı oluşturan talebeler genelde kabiliyet açısından
birbirlerine yakın durumda olurlar.
Kulak duyar,
ama dinleme ayrı bir şeydir, kulak vermekle olur.
Kulak yapısı
itibariyle duyar, göz de bakar.
Duyulanlar
içinde kulak verilenler seçilir ve onlar öğrenilir. Önemine göre de hafızaya
kaydedilerek kalıcı kılınır.
Bakılanlar
içinde de görülmek istenilenler görülür. Bakmak ile görmek aynı değildir.
Mekan aynı
mekan, ama haller başka başka.
Kimi Hanya’da
kimi Konya’da!
Kimi hoca ile
beraber, kimi sevdasıyla!
Hal böyle
olunca öğretme aynı öğretme olmasına rağmen kabını açan dolduruyor, kabı
olmayan, kabını açmayan, kabını akan suyun altına tutmayan dolduramıyor.
O itibarla öncelikli
olarak dilin öğretilmesinden değil, öğrenilmesinden bahsetmek gerekiyor.
Hoca önemli
olduğu gibi sistem de önemlidir.
Fakat bunlar
her şey değildir.
Ortalama
şartları bulunduran herhangi bir sistem iyi bir şekilde uygulanırsa bizi
maksadımıza götürebilir. Önemli olan o sistemin gereği ne ise onun uygulamada
eksiksiz yapılmasıdır.
Elmalı hocanın
köylüsü Kasım Efendi imamlık yapıyor. Köyde birisi de hastadır. Ziyaretine
varır. Bakar adam çok hasta, durumu iyi değil, göçtü göçecek:
“Allah imandan
Kur’an’dan ayırmasın!” der.
Hasta adam:
“Hoca! Der “benim
iman ve Kur’an’dan bir zorum yoktur. Ben ehmek yiyemirem.!”
Sanki mesele iman
Kur’an meselesiymiş gibi, her şeyi ona bağlıyoruz. Halbuki asıl mesele adam
ekmek yiyemiyor, kimse onu görmüyor.
Neymiş efendim,
sistem iyi değilmiş.
Bugün bizim
hazırlık sınıflarında takip etmekte olduğumuz el-Arabiyye beyne yedeyk adlı
silsile kendi içinde bütünlüğü olan bir sistemdir. Biz bunu tam olarak uygulamıyoruz
ama ancak uygulanması sonucunda elde edilebilecek melekeleri niye elde
edemiyoruz diye yakınıyoruz. Ha demek ki sistem yanlış, eksik, öyle ise sistemi
değiştirelim yahut yama yapalım, biz kitap yazalım… gibi arayışlar içine
giriyoruz.
Seksenli
doksanlı yıllarda el-Arabiyye li’n-nâşi’în adlı bir seri vardı. Aslında çok
güzel başarılı bir seri idi. Ama biz onu gerektiği gibi uygulamıyorduk. O
yüzden de serinin sonunda elde edilmesi gereken hasıla meydana gelmiyordu.
Çünkü biz
Türkler Gramer’e çok ağırlık veriyoruz. Hocalar olarak da Gramer hocalığını
tercih ediyoruz ve seviyoruz. Her şeyden önce Gramer hocalığı prestijli
görülüyor, aynı saate sahip diğer derse nispetle puanı yüksek tutuluyor,
öğretimi de kolay oluyor. Hal böyle olunca hocalarımız bu serilerdeki Gramer
bilgilerini yeterli görmüyorlar ve seriye bir yama atarak ilave bir Gramer
kitabı okutulması devreye giriyor. Eklenen bu kitaba ayrılan zaman ve imkân
kadar asıl takip edilmesi istenen sistemde bir gedik açılmış oluyor.
Malum dil
öğreniminde anlayışlar değişiyor. İnsanlar eskiden önce harfleri sonra
hecelemeyi ve ondan sonra da kelimeleri öğrenir ve böylece okumayı
sökerlerdi. Şimdi ise daha çok bütünden
parçaya, dilden kurala doğru bir gidiş ağır basıyor.
Benim bunca
tecrübeden sonra kanaatim odur ki insanlar gramer yoluyla dili öğrenemezler.
Dili ancak bol metin okumak ve metinler üzerinde tahliller yapmak suretiyle
öğrenirler ve geliştirirler. Gramer bilgileri dili üretme için değil, aksine
dilin sağlamasını yapmak üzere işe yararlar. Dil kuralları istikrâî
genellemelerdir, o yüzden de her kuralın istisnaları vardır. İstisnalar için
bile kurallar konulduğu olur.
Söz gelimi
İf’âl babının kalıpları şudur ve şu anlamları vermek için kullanılır diye
kuralı öğrenirsiniz ve daha sonra da bu kural gereği elinize geçen her üçlü
kelimeyi bu kalıba sokmaya çalışırsanız, isabet edebileceğiniz gibi hata da
yapabilirsiniz. Ama kelimeyi metin içinde görür ve onu daha önceden öğrenmiş
olduğunuz kurallar doğrultusunda tahlil ederseniz dil beceriniz sağlam bir
zemin üzerinde ilerler.
Fe ‘A Le fiili
kalıp fiilidir ve otuz beş babın hepsi bu kalıp ile gösterilir. Fakat bu kelime
aynı zamanda yaptı, etti, işledi anlamında bir fiildir. Bu anlamda olan bu
fiilin otuz beş babdan da geleceğini söylemek ne kadar büyük yanlış olur. (Nitekim
sözlüğe tahkik için baktım ve sadece dört babdan kullanıldığını gördüm.) Biz
herhangi bir üç harfli kök fiilin hangi bablardan kullanılacağını ancak
kullanımdan, yani konuşulanı duyaraktan ve yazılanı okuyaraktan ve asıl olarak
da sözlüklere bakaraktan bilebiliriz. Ben yaptım oldu mantığı dilde asla
yürümez. Dil büyük ölçüde semaîdir ve yüzme gibi oluşan meleke ile okunur,
yazılır, anlaşılır, konuşulur.
Bu itibarla
genel kabul görmüş bir sistem tam olarak gereği şekliyle uygulanmalı ve hasıla
ancak bu durumda beklenmelidir.
Bu sistemler
konuşma becerisini de önemsediği için ilk başlarda oldukça basit diyaloglar
içermektedir. Maksat bu diyalogların ezberlenmesi ve kelimelerin yerleri başkalarıyla
değiştirilerek öğrencilerin kendi aralarında konuşabiliyor olmalarını
sağlamaktır. Bu maksat büyük ölçüde ıskalanıyor ve okuma - anlama önceleniyor.
Öyle olunca da ilk günler İmam Hatip çıkışlı öğrenciler için bu metinler
oldukça basit kalıyor.
Kitap ilerledikçe
metinler zorlaşmaya başlıyor. Bu kez öğrenci iyi tamam seviyemize göre derken
biraz sonra metinlerin kendi seviyesinin üstüne çıkmaya başladığını düşünüyor.
Hakikaten de öyle oluyor.
Adam bir batman
tuz tarttırmış ve torbayı sırtına vurmuş çıkarken hafif gelmiş ve “Yahu acaba
adam az mı tarttı!” demiş. Biraz yürüyünce tuz ağırlaşmaya başlamış ve “Yahu
adamın günahını almışız, tam tartmış!” demiş. Biraz daha yürüyünce tuz iyice
ağırlaşmış bu kez adam “Galiba adam fazla tartmış!” demeye başlamış.
İnsan
psikolojisi böyle oluyor.
Peki, niye
böyle oluyor: Sistem kendi içinde bir bütün olduğu için kendi üniteleri
arasında bir basamak usulüyle kolaydan zora doğru bir seyir izliyor. Bizim
öğrenciler okuma ve anlama itibariyle kolay gördükleri ilk basit metinleri
ezberleyip, oradaki basit cümle yapılarını, dil kalıplarını kendisi de bir
meleke halinde yazacak, konuşacak kadar öğrenmediği için, daha sonra metinler
bu basit basamaklar üzerinde ağırlaştıkça –vaktinde basamaklar sırasıyla
atılmadığı için- zorlanmalar ve hatta bazı öğrenciler için kopmalar başlıyor.
Dersten kopmalar, arkasından sınıftan kopmaları beraberinde getiriyor ve
öğrenci devamsızlık yapmaya başlıyor. Sonra da tümden bırakıyor.
Bir kısmı da
kopmuyor ama zorlanıyor ve tabir caiz ise sürünüyor.
İlk on kadar
öğrenci ise yoluna devam ediyor.
Elbette öğrenim
önünde daha başka sıkıntılar ve engeller de bulunuyor.
Mesela cemaatlerin
katılımı zorunlu olan özel programları olabiliyor. Oralarda verilen dersler,
Fakültede almakta olduğu dersleri tekrar veya ön hazırlık şeklinde olmaktan çok
alternatif programlar olabiliyor. Öğrenci hangisine yükleneceğini şaşırıyor.
Çatal kazık yere bakmıyor.
Bunların
ötesinde Dilin kendi özelliğinden kaynaklanan zorluklar da bulunuyor.
Bir kere Arapça
İngilizce ile kıyaslanıyor. Bu kıyas doğru ve yerinde değildir. Çünkü İngilizce
baskın kültür dili olması hasebiyle öğrencinin ister istemez kendisini öğrenmek
zorunda hissettiği bir dildir. Hayatın içindedir, sokakta, internette… hemen
her vesile ile ve her yerde yüzleşmekte olduğu bir dil olması sebebiyle İngilizce
öğrenilmesine yönelik zait saikleri bulunan bir dildir. Kaldı ki onun da ne
kadar öğrenildiği erbabının malumudur.
Arapçanın böyle
bir şansı yoktur.
İkincisi bizim
fakültelerimizde öğretilen Arapça salt bir dil değildir. Çünkü biz günlük
konuşulan Arapçayı değil Fasih Arapçayı öğretmekteyiz. Fasih Arapça ise aynı
zamanda bir Din dilidir. Bu dilin korunması için geliştirilmiş kurallar
manzumesi yanında din dili olması hasebiyle de taşıdığı artı özellikler vardır
ve bunların öğrenilmesi de artı bir külfeti gerekli kılmaktadır.
Arapça Halic’den
Muhît’e (Basra Körfezi’nden Atlas Okyanusu’na) kadar oldukça geniş bir
coğrafyada ve asırlar boyu uzun bir zaman dilimi içinde var olmuştur. Bu dile
Arapların yanında Arap olmayan pek çok unsur da önemli hizmet ve katkılarda
bulunmuşlardır ve böylece Arapça aynı zamanda bir medeniyet ve kültür dili
halini de almıştır. Bütün bunlar dilin öğrenimini zorlaştıran unsurlar olarak
görülmelidir.
Ben vaktiyle
İbn Mukaffa’nın Arapçalaştırdığı Feylosof Beydaba’nın meşhur Kelile ve Dimne’sini okumaktaydım. Önemli
bir edip olan Mustafa Lütfi Menfelutî’nin tahkikini yapmış olduğu bir baskıydı.
Okuyordum ve benim anlamını bilmediğim bir kelime ile karşılaşıyordum ve
dipnota bakıyordum, izah edici bir not bulamıyordum. Sonra gene bakıyordum ve
benim anlamını çok iyi bildiğim bir kelime geçiyordu ve tuhaf şekilde onun
anlamı dipnotta açıklanıyordu. Sıkça karşılaştığım bu durum ilk etapta çok
tuhafıma gitmiş ve bir türlü anlayamamıştım. Sonra anladım ki biz Arapça’yı
kitaplardan öğrendik, yaşanan hayattan değil. Oysa muhakkik kitabı yaşayanlar
için hazırlıyordu. Dolayısıyla benim anlamını çok iyi bildiğim ve fakat yaşayan
Araplarca bilinmeyen kelimeyi -zaman içinde kullanımdan düştüğü ve hatta belki
de öldüğü için- açıklamaya ihtiyaç duyuyordu ama herkesin halen kullanmakta
olduğu kelimeyi ise açıklamaya ihtiyaç duymuyordu ama gel gör ki o kelimeyi de
ben bilmiyordum. Çünkü benim öğrendiğim kitaplar eski dili temsil eden
kitaplardı.
İşte bu bir
gerçekliktir.
Dolayısıyla biz
Arapçayı öğrenirken aynı zamanda bu dilin tarihini de öğrenmek durumunda
oluyoruz. Bunlar ilave zorlukları oluşturuyor ve ona göre fazladan zaman
ayırmak gerekiyor.
Elbette ki
Arapça ayrıca oldukça zengin bir dildir.
Şimdi hal böyle
iken bize ayrılan bu süre içinde bu çocukların
Arapçayı öğrenemediğini söyleyenler hem doğru söylemiş oluyorlar ama bir
yandan da haksızlık ediyorlar. Hele otuz öğrenciden ilk ona girebilecek durumda
olan öğrencilere çok çok haksızlık olur bu.
Bu öğrenciler
özellikle okuma ve anlama becerisinde rampayı büyük ölçüde tırmanmış ama tam
düze henüz çıkmamış oluyorlar. Tam bu işi kıvıracakları anda süre bitiyor ve
yokuşta istop eden araba gibi, geri kaçma riski taşıyor. Sıcağı sıcağına bir
Arap ülkesine gidenler, bu imkanı bulamayıp da çalışmasını bir şekilde
sürdürenler, ileri sınıflarda da her ders münasebetiyle –ki burada temel İslam
Bilimleri hocalarına büyük sorumluluk düşüyor- üzerine birkaç sıra tuğla
koyanlar öğreniyorlar.
Bu ısrarı
sürdürmeyenler ise öğrendiklerini de unutmaya başlıyorlar.
Ne yapalım!
Vaziyet bu.
Bu Garibce’nin
penceresinden bakıldığı zaman görünen manzara. Belki yüzde yüz isabetli
olmayabilir. Ama Garibce’nin iyi bir gözlemci olduğunu dikkate almak lazımdır.
Çünkü o, bu sonuçlara yıllar süren kendi öz tecrübesini de katmış bulunuyor.
Başarılar
duasıyla!
10.02.2103
GARİBCE
hocam meseleyi güzel bir şekilde özetlemişsiniz. teşekkür ederim. hazırlıkta sizden ders almadım ama arkadaşlar sizden ders almışlardı. 1996 yılında hazırlık sınıflarında hocalarımız işi ciddye almışlardı ve talebe de ciddi idi. günümüzde talebe biraz ciddiyeti kaybetmiş gibi. selamlar.
YanıtlaSilKaleminize sağlık. Arapça öğretiminde gramer kitaplarıyla gedik açılması meselesine kesinlikle katılıyorum. 1 yıl hazırlık gördüm ama ne yazık ki arapça öğrendim diyemiyorum. Arapça öğrenme niyetiyle başladığım bu yolda ne yazık ki niyetimi gerçekleştiremedim. youtube'da beyne yedeyk kitaplarını ingilizce anlatan dersler var. Onlardan oldukça faydalandım. Ama sınf ortamında hiç öylesi ders alamadım.
YanıtlaSil1. Nasıl ki matematik ilminin bazı temel kuralları aksiyom ve teoremlerle ortaya çıkartılıp formüller ortaya konmuşsa, aksiyom ve teoremle uzun olup sonuçta formüller kısa ve pratik bilgi olması yönüyle ihtiyacı anında karşılıyorsa ve ilgili bilim dalında çalışacaklar için ezbere bilinmesi gerekiyorsa aynı şekilde Hazırlık eğitiminde Arapçada fiil çekimleri (Emsile) ve fiil-isim-sıfat kalıpları (Bina), temel gramer kuralları (avamil) 600 yıllık arapça konuşulmayan ülkelerden Osmanlı’da ezberletilmiştir. Bu tecrübeyi bir kenara attığımızda işte biz nasıl türediğini hangi ekleri aldığını tahtada gösteririz dediğimizde ve sık tekrar edilmediği için unutuluyor. Öğrenci 7 yıl ihl, 1 yıl hazırlık, 4 yıl İslami ilimler fakültesi okuyor yine en basit iki fiil çekiminin tam anlamını veremiyor. İslami ilimler için aynı matematik gibi şart olan Arapçanın öğretilmesi için ezber, formüller gibi şarttır. Bu konuda klasik ezberci yöntemle modern analizci yöntemin ikisinin de sentezi yapılması gerektiği şeklinde bilimsel makaleler vardır. Maalesef bunun önemi takdir edilmesine rağmen bir türlü örgün eğitime pratik olarak yansıtılmamaktadır. Sırf öğrencilerin ezberini dinleyememek vakit ayıramamak yüzünden… Ama bunu da öğrencileri gruplara bölerek grup başkanları yaparak öğrenciye öğrenciyi dinleterek bu sorun aşılabilir. Hoca sadece sözlü yoklama yapar ve puanını verir. İlk vize de bundan yazılı imtihan yapılır. Başaramayanlara başarıncaya kadar tekrar bir hak verilir. Bu şekil temel bilgiler pekiştirilerek artık bir kabiliyet haline getirilir. Aksi takdirde arapça konuşulmayan çok metin okunulamayan bir öğretim sisteminde bu tür fiil ve kalıpların serbest tekrar ve bütünden parçaya Gestalt Psikolojisi yapısalcı öğrenme tarzıyla öğrenilmesi çok zaman almakta olup onca dersin yanında bunun başarılması imkansıza yakın zordur. Çocuk bile dili 4 yılda öğreniyor fiil mi ezberliyor savıyla yapısalcı yöntemi savunmak olası değildir. Çocuğun Türkçe yaşamsal dil ortamında olduğu adeta denize düşen yılana sarılır misali öğrenmek canının kurtarmak için aşırı caba gösterdiği unutulmamalıdır. Öğrenci bu açıdan Arapçayı öğrenmede bu derece yaşamsal çaba içinde olmuyor. İmtihanlar için klişe bazı özet bilgileri öğrenerek günü kurtarıyor imtihandan sonra onları da unutuyor. Psikolojinin alt bilim dalı NLP’nin tespiti olan “birim zamanda üç tekrar (günlük haftalık, aylık) uzun süreli hafızadır.” gerçeği unutulmamalıdır.
YanıtlaSil“Özet olarak Arapça Hazırlık Eğitiminde ilk iki ay öğrencilere en azından emsile, bina ezberletilmelidir. Aksi halde öğrenci temel bilgileri kabiliyet haline getiremiyor.” teklifini sunuyorum.