28 Şubat 2013 Perşembe

Süt Bankası



Araplar, “el-Hîle bintü’l-hâce” derler.  Hile, çare anlamındadır.  “İhtiyaç, kendi çözümünü, gerekli kurumlarını da üretir” anlamında bir sözdür.
Türkler at sırtında yaşadıkları için pantolonu onlar bulmuş. Bu büyük buluşu ben çok geç öğrendim. Çünkü etek ile ata binilmez. Şalvarın dahi peyki at binmeyi zorlaştırır. Bu iş için en iyi çözüm pantolon giymektir.
Tarih boyu kredi ihtiyacı beyu’l-îne, bey bi’l-vefâ, bey bi’l-istiğlâl, para faizsiz tarla icarsız, muamele-i şeriyye gibi bir çok yolu –riba yasağı sebebiyle- uygulamaya sokmuş ve bunlar nazari olarak da ele alınmış ve literatüre girmiştir.
Güvenlik ihtiyacı ve riskin paylaşılması anlayışı akile ve benzeri kurumları ortaya çıkarmış ve çeşitli aşamalardan evrilerek sigorta şirketlerinin vücut bulmasına, emeklilik sistemlerinin oluşmasına sebebiyet vermiştir.
Mübadele ihtiyacı her zaman varlığını dayatmış ve bu ihtiyacın karşılanması için trampa usulü ve altın ve gümüşten başlayarak, mangır (fels), kâime (altın ve gümüş yerine geçmek üzere kullanılan ilk kağıt para sayılabilecek senetler) ve zamanla tamamen itibari bir değerden ibaret olan kağıt paralar ve arkasından kaydî para dönemi, kredi kartları bu ihtiyacı karşılamak için vücut bulmuş, devrini tamamlayan sahneden çekilip, yerini yeni olanlara devretmiştir. Şimdi de yakında akıllı cep telefonları devreye girecek deniyor…
Aile ve üyeleri arasında iş bölümü hep olagelmiş ama roller ve görevler zamanla farklılık arzedebilmiştir.
Üreme hala bir erkek ve dişinin varlığına ihtiyaç göstermektedir.
Annelik, doğurma özelliğini hâlâ tekelinde tutan kadına özgü olmaya devam etmektedir. Yarın fıtratın çığlığının çanına ot basılır da kuluçka makinelerini andıran kurumlar çıkarsa hiç şaşmamak lazımdır.
Yeni doğanı doyuracak süt, annelerin göğüslerine emanet edilmiştir. Çocukla birlikte rızkı da eş zamanlı oluşmaktadır. Anne yoksa ya da sütü yeterli değilse bir sürü şirket mama üretimi için rekabet halindedir.
İsterseniz hep birlikte geçmişe bir yolculuk yapalım. Mekke pazarına gidelim ve seyrü temaşa edelim.  Badiyeden kadınlar gelmiş, geçimlerine medar olabilecek bir müşteri bulabilirler mi ümidiyle yenidoğanlarını getirmiş insanlarla pazarlıklar halindedirler. Sebepleri farklı olabilir ama adet böyledir: Çocuklar kendilerini doğuran kadınlardan alınır ve badiyede yaşayan onu emzirebilecek ve ona bakabilecek evsafta kadınlara emanet edilirdi. Bu arızî bir durum da değildi. Genelde her çocuğun başına gelen bir şeydi. Pazara Halime de gelmişti. Arık eşeği belki de arkada kalmasına sebep olmuştu. Pazara ulaştığında varlıklı ailelerin çocuklarının çoktan alınıp obalara götürüldüğünü anlamış ve sadece kendi şansına bir yetimin kaldığını görmüştü. Hiç yoktan iyi diyerek, görünce akındığı bu sabiyi bağrına basmış ve kendi yurduna götürmüştü.
Halime artık onun emziren annesiydi, doyuran annesiydi, her türlü vücut bakımını yapan annesiydi. Birlikte büyüdükleri Şeyma kızkardeşi olmuştu. Halime’nin her bir yakını onun da yakını halini almıştı.
İmdi böylesine emdiği sütüyle doyan, kucağında, himaye ve gözetiminde büyüyün bir çocuğun o aileden biriyle evlenmesi, kendi öz ailesinin bir üyesi ile evlenmesi gibiydi ve insanî hiçbir erdemle izahı kabil olmayan bir şeydi.
İslam, işte böyle bir kurumu benimsemiş ve Halime gibi körpe bir yavruyu alıp emziren, besleyip büyüten kadını ve onun birinci derecede yakınlarını haram kılmıştı. Bu haramlık, saygıya dayalı bir haramlıktır. Malum olduğu gibi haramların bir kısmı necaseti sebebiyle iken diğer bir kısmı kerameti sebebiyledir. Domuzun eti yenmez necasetinden dolayı. İnsanın eti de yenmez ama kerametinden dolayı.
Bu itibarla bu haramlığın asıl saikının hürmet ve keramet olduğu anlaşılıyor.
Bizim Türkler gibi kendi doğurduğu yavrusunu emzirmeyi kendisi için bir vazife ve aynı zamanda bir şeref bilen kadınların bulunduğu kavimlerde belki bir sütanneliği müessesesi yoktur.  Ama bu gibi toplumlarda da bu kez öksüz kalmış ya da anne sütünden yoksun kalmış yenidoğanların, aileden, oymaktan aynı yaşta başka bir çocuğun annesi tarafından emzirilmesi nadir de olsa bir olgu olarak var olan bir durum olmuştur.
İmdi kentleşme ve göç olgusu kişileri kendi oymaklarından, öz yurtlarından ayırıp koparınca, yan yana dizilmiş evler ve birbiri ile birlikte büyüyen yaşıt çocuklar bu yeni durumla birlikte kaybolunca geleneksel bir kurum olarak süt anneliği ve nadir de olsa kendi yavrusunu emziren bir annenin yaşıt öksüz başka bir çocuğu da emzirmesi gibi durumlar imkan alanını kaybetti.
Şimdi artık sütanneler yok. Yeni doğanlar sadece kendi annelerinin emzirme imkanına mahkum haldedirler. Eğer onların başına bir şey gelirse ya da sütleri daha ilk günlerden itibaren azalır, yeterli olmaz ya da tümden kesilirse, bu çocukların anne sütüyle büyüme şansları da böylece bitmiş oluyordu. Artık hangi mama daha iyidir, ya da hangi hayvan sütü daha yararlıdır şeklinde bir arayışın içine giriliyordu.
Sütanneliğin bir kurum olarak ya da bireysel olarak yokluğa müncer olması gerçekten yenidoğanların anne sütüne olan ihtiyaçlarını da yok edip ortadan kaldırdı mı? Üretilen mamalar bu ihtiyacı tam anlamıyla karşıladı mı?
Eğer bu soruya cevabınız evet ise mesele zaten çözülmüş, ortada bir sorun yok demektir.
Ama cevabımız “Maalesef hayır, bu çocukların anne sütüne olan ihtiyaçları aynen devam etmektedir. Ama ne yapalım ki çaresizliğin bir çaresi olarak elimizdeki imkanlarla yetinmek zorundayız” diyorsanız, ben de derim ki “Hiç merak etmeyin, eğer gerçekten içinde bulunduğumuz durum sahici bir ihtiyaç ise ve bu ihtiyaç eşdeğer ya da daha iyi derecede başka ikame tedbirlerle karşılanamamışsa duyulan bu sahici ihtiyaç mutlaka ama mutlaka kendi çözümünü de beraberinde getirecektir.
Süt bankası arayışları işte bu ihtiyacın çocuğunun ayak sesleridir.
İnsanların doğasında muhafazakarlık hep var olagelmiştir. Değişimin kendi varlıklarına yönelik bir tehdit içerebileceği korkusu, genelde içine kapanma ve yenilikler karşısında tavır alma gibi bir davranışı ortaya çıkarmıştır.  Ama zamanla karşı çıkılan yenilikleri kişi gördükçe gördükçe, daha bir yakından tanıdıkça duyulan endişelerin bir çoğunun yersiz olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik vaktiyle yenilik olarak görülen ve karşı çıkılan şeyler çok geçmeden geleneksel yapının bir parçası halini almakta ve bu kez insanlar onu korumanın muhafazakarlığı içine girmektedirler. Şapkayı giydiği zaman gavur olacağından korkan Anadolu halkının bundan birkaç on yıl öncesinde şapkayı başından çıkarmayı mürüvvete aykırı görmesi örneği gibi.
Duamız dualarınızla bir olsun!
Gözümüz gören göz, yüzümüz Hakk’a tutulan yüz olsun!
28.02.2013
GARİBCE

2 yorum:

  1. herdogan38@.
    Konunun gereği tamam, lakin çekinceler ve tedbirler konusundaki mülahazalarda görüş serdetmemişsiniz..

    YanıtlaSil
  2. EldHas Historian acaba o zaman bankadan alınan sütten sıhriyet doğmuyor mu. bakıcı annelik kaydından dolayı.

    Nurullah Aydeniz hocam anne sütünün çocuk üzerinde bir etkisi yok mu?. süt kardeşlerin evliliğinin haramlığı sadece süt emziren anneye, o aileye ve orada birlikte geçirilen zamana saygıya mı bağlıdır?. şayet ikincisi kabul edilirse (bir önceki yazınız) evde kalmış kızın derdini çeken abiye, amca oğlu yanında ikinci bir seçenek daha sunulmuş olmuyor mu? ve aynı zamanda "süt kardeş" ifadesini de literatürden kaldırıyor. yazılarınızı ilgiyle okumaya çalışıyorum ve gerçekten çok istifade ediyorum. saygılarımla

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...