3 Şubat 2013 Pazar

Zor zamanlarda paylaşma: Ev üstüne ev olur mu?



İki sene önceydi… Bir yaz mevsimi Dımaşk’ta yani Şam’da idik. Şam’ın elbet pek çok güzelliği vardı.
Dinî yönden, ortak tarihimiz yönünden, aynı kültürün çocukları bakımından hep iç içeliğimiz vardı.
İnsanları tip olarak da bizlere çok benziyor, fazla esmer değiller.
Rahmetli babamın bir halay türküsü vardı.
Güzellerde üç güzel var sevecek
Biri oğlan biri gelin kız da var.
Oğlan gelin senin olsun kız benim…

Yemeklerde üç yemek var yiyecek
Biri şeker biri şerbet bal da var
Şeker şerbet senin olsun bal benim.

Şehirlerde üç şehir var sevecek.
Biri Halep biri Antep Şam da var
Halep Antep senin olsun Şam benim

Aklımda kalmış… Ahbaplarıyla birlikte kısır düğün yaparlar, halay çeker oynarlardı. Odalarda ayaklarını vurma sebebiyle ökçe izleri belli idi.
Şam deyince benim aklıma bu dizeler gelirdi. Halep Antep senin olsun Şam benim.
Belli ki Şam’ın çok özel bir yeri, şehirler içinde ayrıcalıklı bir konumu vardı.
Torosların kuzey eteklerinde mesken tutmuş bizimkiler, bu türküye bakılırsa Halep- Antep- Şam civarının ortak kültürünü yaşatıyorlardı. Belki oralardan göç etmiş gelmişlerdi. Belki yazın Toroslara çıkıyorlar, kışın oralara iniyorlardı.
Sonra bu türküyle sınırlı kalmadı elbette. Suriye gezimiz oldu ve bu kardeş ülke ile ilgili genel bir fotoğraf gördük.
İki yıl öncesi ise bir yaz tatilini Şam’da geçirme imkanımız olmuştu. Bize göre kaldığımız şartlar bir tür imkansızlığın adresi gibiydi. Bütün sıkıntılara rağmen çok güzel bir tecrübeydi. Şam’ın insanlarını yakından tanıma imkanı bulmuştuk.
Üstad Hüsameddin Farfur’un evinde çoğu Türk yüz elli kadar hoca ve öğrencinin katıldığı Evkaf ve Kültür bakanlarının da hazır bulunduğu bir akşam yemeğinde çok duygulu anlar yaşamıştık. Kültür bakanının o gün gerek Türkiye-Suriye ilişkilerini konu edinen sempozyum vesilesiyle ve gerekse yemek öncesinde yapmış olduğu konuşmalar beni ve arkadaşlarımı çok mütehassis etmiş ve bir çoğumuz ağlamıştık. O gece arkadaşlarım içinde yaşça büyük olduğum için bir konuşma da benden istemişlerdi. Ben tutuklu başlayan ilk cümlemden sonra açılmış arkamda Türkiye’nin varlığı hissiyle irticali bir konuşma yapmıştım.  Arapça tabii. Dilimden çok kalbim konuşmuştu. Bu kez duygulanma sırası onlardaydı, ağlayanlar, meczupların çığlık atması gibi tekbir getirenler olmuştu. Sonra da her iki bakan koşarak önümü kesip beni kucaklamışlardı.
Suriye ve Türkiye halkları kardeşti. Aynı dinin, aynı kültürün, aynı coğrafyanın, aynı tarihin çocuklarıydı.
Aramızdaki ilişkiler o kadar sıcaktı ki. Birçokları zaten akrabaydı.
Erdoğan çok seviliyordu. Benim de aynı soyadı taşımam başlı başına bir kredi idi.
Bizim gibi hocaların ve yüzlerce ilahiyat talebesinin artık ikinci bir kapıları vardı. Dil öğrenme ve geliştirme konusunda imkanlar o kadar kolaydı. Ucuz olsun derseniz uçakla Hatay’a iniyordunuz, oradan da otobüsle Şam’a sadece 25 lira gibi bir paraya ulaşabiliyordunuz. Türkiye’ye göre hayat bir hayli ucuzdu. Ticaret başlamıştı. Ortak bakanlar kurulu toplantıları yapıyorduk.
Murad Alemdar’ımızı bilmeyen yoktu. (Arapçada p sesi olmadığı için Polat’a Murad diyorlardı, her yerde görebildiğimiz Vestel Festel şeklinde yazılıyordu.)
Ne olduysa oldu!
İstibdada karşı Suriye halkı da hoşnutsuzluğunu dile getirdi ve kıyam etti.
Baskı ve zulüm başladı.
Özellikle belli bir kesim ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve komşu ülkelere mülteci durumuna düştü. Türkiye bu insanlara kucağını sonuna kadar açtı.
Kendi aşını kendi işiyle kazanan bu aziz insanlar bir anda karınlarını doyurabilecek bir tas aşa muhtaç hale geldiler. Çoğunun bir barınağı artık yoktu.
Sığınma ve daha kötüsü sığıntı halinde idiler.
Ya kurulan çadırlara ya da bir başkalarının, bir yakınlarının, bir tanıdıklarının yanına sığıntı oldular.
Geçen Mevlüt Güngör hocamızın cenazesinde Fatih camiinde Suriye’den kaçıp gelen bir hocamız ile buluştuk. Bize orada ders veren bir hocaydı. Evi vardı, eşi vardı, çocukları vardı ve evini geçindirebileceği saygın bir işi vardı.
Ailesini toplamış ve kaçmış, İstanbul’a gelmiş. “Nerede kalıyorsun?” diye soruyoruz. “Altı ay önce gelmiş bulunan Suriyeli bir tanıdığının kaldığı evde!”  diyor. Kendisi, hanımı, üç çocuğu ile birlikte bir tanıdığının kaldığı eve sığınmış bir halde.
Artık evi yok, maharetle yapmakta olduğu işi yok ve haliyle aşı yok.
Bu arkadaşımız tek değil, onun gibi yüzlercesi aynı kaderi paylaşıyor.
Küçük bir daireye bir aile zaten ancak sığıyor. Aynı evin üstüne bir ev daha sığdırmak zor olmalı. Fakat bu insanların sığıntı psikolojisiyle çaresizliğin pençesinde başkalarına yük olmaları sebebiyle hissettikleri eziklik çok daha ağır olmalı.
Paylaşmasını unuttuk.
Ben İmam Hatip dördüncü sınıfı rahmetli Ali dayımın evinde okudum. Evli ve dört çocuk babası iken yaşı küçük bir kızı kaçırmıştı. Yaptığı bu uygunsuz iş yüzünden adı Gavur Ali’ye çıkmıştı.  Yıllarca Adana’da akrabaları arasında kaçıp göçmüştü. Kızın yaşı dolunca da Develi’ye gelmişti. Babam da beni o sene kalmam için onun yanına vermişti. Belli bir işi yoktu. Çok fakirdi. Kiraya tuttuğu evin bir mutfağı bir de odası vardı. Alt katta ayrıca bir oda daha vardı. O oda ısıtılamıyordu, o yüzden de kapatılmış gibiydi.
Dayım, çocukları ve iki hanımı hepimiz aynı odada yatıyorduk. Bunu bugün bizzat bu olayı yaşamış biri olarak ben dahi kabul edemiyorum, yok canım, olmaz öyle bir şey diyorum. Ama olmuştu ve ben o sene işte öyle okumuştum.
Paylaşmak işte böyle bir şey idi.
Gavur Ali bunu başarabilmişti. Ama Müslümanlığı kendi tekellerinde görenler acaba aynı şartlarda böyle bir özveride bulunabilirler miydi? Bu işler sınanmadan bilinemezdi.
Şimdi artık çok zenginiz. Üç oda bir salonlu evlere küçük diyoruz. İki üç kişi koca koca evlerde oturuyoruz. 
Artık misafir de gelmiyor. Biz de istemiyoruz.
Türkiye genelinde fazla konut stoku olduğu söyleniyor. Demek ki birçok ev boş duruyor.
İşte böyle bir ortamda bu soğuk kış günlerinde dışarıda derme çatma barınaklarda, köprü altlarında, kuytu yerlerde, karton kutularda hayatta kalma mücadelesi veren insanlarımız bulunuyor. Belediyelerimizin bu insanlara sahip çıkması yüreklerimize su serpiyor.
Allah buyuruyor: “Sana neyi harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Fazlasını!”
“Fazlası” ne?
Karnımızın doymasından sonra yemeye hala devam ettiğimiz lokmalar mı?
Giymediğimiz kat kat elbiseler mi?
Kullanmadığımız evler ve hatta odalar mı?
İşimiz zor gibi.
Bu dostların ülkemize sığınmalarıyla işler daha da zorlaşmış gibi.

Selam olsun Pir Sultan Abdal’a! Dizeleri duygularımıza tercüman olacak gibi!  

Kadir Mevlâm Senden Bir Dileğim Var,
Beni Muhannete Muhtaç Eyleme.
Yedi Deryalara Gark Eyle Beni,
Yine Muhannete Muhtaç Eyleme.
Muhannetin Suyu bulanık Akar,
Değdiği Yerleri Od Olur Yakar.
Eyilik Etmeden Başına Kakar,
Yine Muhannete Muhtaç Eyleme
Muhannetin Sözü Pareli Oktur,
Lûtfuna Kerem Et İhsanı Çoktur.
Sağ Elin Sol Ele Faydası Yoktur,
Yine Muhannete Muhtaç Eyleme.
Ben Dertli'yim Hak Ayırsın İşimi,
Kaygılara Saldım Garip Başımı.
Varsın Kurtlar, Kuşlar Yesin Leşimi,
Yine Muhannete Muhtaç Eyleme.

Nice insan vardı; kan kusar, ama kızılcık şerbeti içtim der.
Nice ciğerler çekilen acı ve ıstırapların ateşinde göğünür. Komşusu kebap yiyorlar sanır.
Ve Allah buyurur:
“Ve fî emvalihim hakkun li’s-sâili ve’l-mahrûm!”
“Ve onların mallarında, ihtiyaç içinde olup isteyenin de iffetinden dolayı isteyemeyenin de hakkı vardır!”
Dua ile!

03.02.2013
GARİBCE


1 yorum:

  1. herdogan38@..
    Bir zamandır Garibce, sizi dinleyemiyordum..Tarihi taşıdın bu güne, yarına..
    'Efradını câmi, ağyarını mâni..' bir anlatım...
    Allah razı olsun derim.. O halay türküsünde benim hatırımda kalan '..... üç şehir var gezecek..' diye kalmış, ne dersiniz..?
    En önemlisi de, nasıl olacak da biz digergamlık ahlakına sahip olmamız gerektiğini fiiliyata dökeceğiz..? Biz karı koca iki kişiyiz, Rabbbim nasip eder de bir yerde ikameti düşlersek, hanım üç artı bir'e razı değil..Gel de çık işin içinden...Nere gidem nasıl edem, muhanet çok acı, yyarınlar neye gebe bilinmiyor..Hayırlısı vesselam...

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...