İki sene önceydi… Bir yaz mevsimi Dımaşk’ta yani Şam’da
idik. Şam’ın elbet pek çok güzelliği vardı.
Dinî yönden, ortak tarihimiz yönünden, aynı kültürün
çocukları bakımından hep iç içeliğimiz vardı.
İnsanları tip olarak da bizlere çok benziyor, fazla
esmer değiller.
Rahmetli babamın bir halay türküsü vardı.
Güzellerde üç güzel var sevecek
Biri oğlan biri gelin kız da var.
Oğlan gelin senin olsun kız benim…
Yemeklerde üç yemek var yiyecek
Biri şeker biri şerbet bal da var
Şeker şerbet senin olsun bal benim.
Şehirlerde üç şehir var sevecek.
Biri Halep biri Antep Şam da var
Halep Antep senin olsun Şam benim
Aklımda kalmış… Ahbaplarıyla birlikte kısır düğün
yaparlar, halay çeker oynarlardı. Odalarda ayaklarını vurma sebebiyle ökçe
izleri belli idi.
Şam deyince benim aklıma bu dizeler gelirdi. Halep
Antep senin olsun Şam benim.
Belli ki Şam’ın çok özel bir yeri, şehirler içinde
ayrıcalıklı bir konumu vardı.
Torosların kuzey eteklerinde mesken tutmuş bizimkiler,
bu türküye bakılırsa Halep- Antep- Şam civarının ortak kültürünü
yaşatıyorlardı. Belki oralardan göç etmiş gelmişlerdi. Belki yazın Toroslara çıkıyorlar,
kışın oralara iniyorlardı.
Sonra bu türküyle sınırlı kalmadı elbette. Suriye
gezimiz oldu ve bu kardeş ülke ile ilgili genel bir fotoğraf gördük.
İki yıl öncesi ise bir yaz tatilini Şam’da geçirme
imkanımız olmuştu. Bize göre kaldığımız şartlar bir tür imkansızlığın adresi
gibiydi. Bütün sıkıntılara rağmen çok güzel bir tecrübeydi. Şam’ın insanlarını
yakından tanıma imkanı bulmuştuk.
Üstad Hüsameddin Farfur’un evinde çoğu Türk yüz elli
kadar hoca ve öğrencinin katıldığı Evkaf ve Kültür bakanlarının da hazır bulunduğu
bir akşam yemeğinde çok duygulu anlar yaşamıştık. Kültür bakanının o gün gerek
Türkiye-Suriye ilişkilerini konu edinen sempozyum vesilesiyle ve gerekse yemek
öncesinde yapmış olduğu konuşmalar beni ve arkadaşlarımı çok mütehassis etmiş
ve bir çoğumuz ağlamıştık. O gece arkadaşlarım içinde yaşça büyük olduğum için
bir konuşma da benden istemişlerdi. Ben tutuklu başlayan ilk cümlemden sonra
açılmış arkamda Türkiye’nin varlığı hissiyle irticali bir konuşma yapmıştım. Arapça tabii. Dilimden çok kalbim konuşmuştu.
Bu kez duygulanma sırası onlardaydı, ağlayanlar, meczupların çığlık atması gibi
tekbir getirenler olmuştu. Sonra da her iki bakan koşarak önümü kesip beni
kucaklamışlardı.
Suriye ve Türkiye halkları kardeşti. Aynı dinin, aynı
kültürün, aynı coğrafyanın, aynı tarihin çocuklarıydı.
Aramızdaki ilişkiler o kadar sıcaktı ki. Birçokları
zaten akrabaydı.
Erdoğan çok seviliyordu. Benim de aynı soyadı taşımam
başlı başına bir kredi idi.
Bizim gibi hocaların ve yüzlerce ilahiyat talebesinin
artık ikinci bir kapıları vardı. Dil öğrenme ve geliştirme konusunda imkanlar o
kadar kolaydı. Ucuz olsun derseniz uçakla Hatay’a iniyordunuz, oradan da
otobüsle Şam’a sadece 25 lira gibi bir paraya ulaşabiliyordunuz. Türkiye’ye
göre hayat bir hayli ucuzdu. Ticaret başlamıştı. Ortak bakanlar kurulu
toplantıları yapıyorduk.
Murad Alemdar’ımızı bilmeyen yoktu. (Arapçada p sesi
olmadığı için Polat’a Murad diyorlardı, her yerde görebildiğimiz Vestel Festel
şeklinde yazılıyordu.)
Ne olduysa oldu!
İstibdada karşı Suriye halkı da hoşnutsuzluğunu dile getirdi
ve kıyam etti.
Baskı ve zulüm başladı.
Özellikle belli bir kesim ülkeyi terk etmek zorunda
kaldı ve komşu ülkelere mülteci durumuna düştü. Türkiye bu insanlara kucağını
sonuna kadar açtı.
Kendi aşını kendi işiyle kazanan bu aziz insanlar bir
anda karınlarını doyurabilecek bir tas aşa muhtaç hale geldiler. Çoğunun bir
barınağı artık yoktu.
Sığınma ve daha kötüsü sığıntı halinde idiler.
Ya kurulan çadırlara ya da bir başkalarının, bir
yakınlarının, bir tanıdıklarının yanına sığıntı oldular.
Geçen Mevlüt Güngör hocamızın cenazesinde Fatih camiinde
Suriye’den kaçıp gelen bir hocamız ile buluştuk. Bize orada ders veren bir
hocaydı. Evi vardı, eşi vardı, çocukları vardı ve evini geçindirebileceği
saygın bir işi vardı.
Ailesini toplamış ve kaçmış, İstanbul’a gelmiş. “Nerede
kalıyorsun?” diye soruyoruz. “Altı ay önce gelmiş bulunan Suriyeli bir
tanıdığının kaldığı evde!” diyor.
Kendisi, hanımı, üç çocuğu ile birlikte bir tanıdığının kaldığı eve sığınmış
bir halde.
Artık evi yok, maharetle yapmakta olduğu işi yok ve
haliyle aşı yok.
Bu arkadaşımız tek değil, onun gibi yüzlercesi aynı
kaderi paylaşıyor.
Küçük bir daireye bir aile zaten ancak sığıyor. Aynı
evin üstüne bir ev daha sığdırmak zor olmalı. Fakat bu insanların sığıntı
psikolojisiyle çaresizliğin pençesinde başkalarına yük olmaları sebebiyle
hissettikleri eziklik çok daha ağır olmalı.
Paylaşmasını unuttuk.
Ben İmam Hatip dördüncü sınıfı rahmetli Ali dayımın
evinde okudum. Evli ve dört çocuk babası iken yaşı küçük bir kızı kaçırmıştı. Yaptığı
bu uygunsuz iş yüzünden adı Gavur Ali’ye çıkmıştı. Yıllarca Adana’da akrabaları arasında kaçıp
göçmüştü. Kızın yaşı dolunca da Develi’ye gelmişti. Babam da beni o sene kalmam
için onun yanına vermişti. Belli bir işi yoktu. Çok fakirdi. Kiraya tuttuğu
evin bir mutfağı bir de odası vardı. Alt katta ayrıca bir oda daha vardı. O oda
ısıtılamıyordu, o yüzden de kapatılmış gibiydi.
Dayım, çocukları ve iki hanımı hepimiz aynı odada
yatıyorduk. Bunu bugün bizzat bu olayı yaşamış biri olarak ben dahi kabul
edemiyorum, yok canım, olmaz öyle bir şey diyorum. Ama olmuştu ve ben o sene
işte öyle okumuştum.
Paylaşmak işte böyle bir şey idi.
Gavur Ali bunu başarabilmişti. Ama Müslümanlığı kendi
tekellerinde görenler acaba aynı şartlarda böyle bir özveride bulunabilirler
miydi? Bu işler sınanmadan bilinemezdi.
Şimdi artık çok zenginiz. Üç oda bir salonlu evlere
küçük diyoruz. İki üç kişi koca koca evlerde oturuyoruz.
Artık misafir de gelmiyor. Biz de istemiyoruz.
Türkiye genelinde fazla konut stoku olduğu söyleniyor.
Demek ki birçok ev boş duruyor.
İşte böyle bir ortamda bu soğuk kış günlerinde dışarıda
derme çatma barınaklarda, köprü altlarında, kuytu yerlerde, karton kutularda hayatta
kalma mücadelesi veren insanlarımız bulunuyor. Belediyelerimizin bu insanlara
sahip çıkması yüreklerimize su serpiyor.
Allah buyuruyor: “Sana neyi harcayacaklarını
soruyorlar. De ki: Fazlasını!”
“Fazlası” ne?
Karnımızın doymasından sonra yemeye hala devam
ettiğimiz lokmalar mı?
Giymediğimiz kat kat elbiseler mi?
Kullanmadığımız evler ve hatta odalar mı?
İşimiz zor gibi.
Bu dostların ülkemize sığınmalarıyla işler daha da
zorlaşmış gibi.
Selam olsun Pir Sultan
Abdal’a! Dizeleri
duygularımıza tercüman olacak gibi!
|
Kadir
Mevlâm Senden Bir Dileğim Var,
Beni
Muhannete Muhtaç Eyleme.
Yedi
Deryalara Gark Eyle Beni,
Yine
Muhannete Muhtaç Eyleme.
Muhannetin
Suyu bulanık Akar,
Değdiği
Yerleri Od Olur Yakar.
Eyilik
Etmeden Başına Kakar,
Yine
Muhannete Muhtaç Eyleme
Muhannetin
Sözü Pareli Oktur,
Lûtfuna
Kerem Et İhsanı Çoktur.
Sağ
Elin Sol Ele Faydası Yoktur,
Yine
Muhannete Muhtaç Eyleme.
Ben
Dertli'yim Hak Ayırsın İşimi,
Kaygılara
Saldım Garip Başımı.
Varsın
Kurtlar, Kuşlar Yesin Leşimi,
Yine
Muhannete Muhtaç Eyleme.
Nice
insan vardı; kan kusar, ama kızılcık şerbeti içtim der.
Nice
ciğerler çekilen acı ve ıstırapların ateşinde göğünür. Komşusu kebap yiyorlar
sanır.
Ve
Allah buyurur:
“Ve
fî emvalihim hakkun li’s-sâili ve’l-mahrûm!”
“Ve
onların mallarında, ihtiyaç içinde olup isteyenin de iffetinden dolayı
isteyemeyenin de hakkı vardır!”
Dua
ile!
03.02.2013
herdogan38@..
YanıtlaSilBir zamandır Garibce, sizi dinleyemiyordum..Tarihi taşıdın bu güne, yarına..
'Efradını câmi, ağyarını mâni..' bir anlatım...
Allah razı olsun derim.. O halay türküsünde benim hatırımda kalan '..... üç şehir var gezecek..' diye kalmış, ne dersiniz..?
En önemlisi de, nasıl olacak da biz digergamlık ahlakına sahip olmamız gerektiğini fiiliyata dökeceğiz..? Biz karı koca iki kişiyiz, Rabbbim nasip eder de bir yerde ikameti düşlersek, hanım üç artı bir'e razı değil..Gel de çık işin içinden...Nere gidem nasıl edem, muhanet çok acı, yyarınlar neye gebe bilinmiyor..Hayırlısı vesselam...