Ya Hafîz
ya Kebikec!
Efendim,
bir de derler ki bizim eskiler (kudemamız) sigortayı bilmezlerdi.
Bu
öyle bir bühtandır ki sebebi sadece cehl-i mürekkeptir.
Vardı;
üstelik hem genel olarak hem de sektör bazında özel alanlarda vardı.
Genel
olanı bütün binaların ve işyerlerinin gözde yerlerine “Maşallah!”, “Yâ Hafîz!”
levhalarının asılması yoluyla olurdu. Ve dahi bazı hallerde mavi boncukla da
ayrıca tevşih olunurdu.
Bu
levhalara sebep ne bir doğal afet ne de bir başka musibet o mekânlara asla
dokunmazdı.
Rivayet
odur ki İstanbul mahallelerini bir baştan öbür başa kadar küle çeviren yangınlar
işbu tedbire riayetsizliğin elim sonuçlarıydı. Her taraf enkaza dönmüş, yek
sengine acem mülkü feda o güzelim şehir şehir olmaktan çıkmıştı. Hatta
vakıflarda İcareteyn usulü de işbu ihmalin hayırlı neticelerinden biri olmuştu.
Belli
iş kollarına ait özel sigorta poliçeleri de vardı. Bu poliçeler “Yâ Kebikec!”
diye anılırdı. Her el yazmasının –ki o zamanlar haliyle matbaa yok idi ve
kitapların henüz kisve-i tab’a bürünmesi söz konusu değildi- baş sayfasının en
mutena yerine “Yâ Hafîz! Yâ Kebikec!” yazılır ve böylece o yazmalar, kütüb-i
kayyime-i nâdire her türlü kâğıt kurdu ve haşerattan hıfz olunmuş olurdu.
Bilgi
önemli ve hayati değerde bir şeydir. Bir kâğıt kurdu için en değerli yiyecek
elbette ki kâğıtlar olmalıdır. Hele kâğıt bir de aharlı ise -yani yumurta
akının çırpılması vb. yollarla elde edilen bir mustahzarın kâğıdın yüzeyine
sürülmesi suretiyle imal edilmiş bir kâğıt ise- kurtçuklar yemeye doyamazlardı.
Bir de mürekkep bu kurtçuklar için gıda olabilecek cinsten hammadde içeriyorsa
kurtçuğun özellikle yazı hattı boyunca kâğıdı kemirip, yemiş olması çok tabii
bir şey olurdu.
İşte
tam da bu anda duyulan koruma ihtiyacı devreye giriyor ve böylece “Yâ Kebikec!”
sigortası hayat buluyordu.
Rivayete
göre Kebikeç,
hamam böceklerinin başıydı. Hindistan’da ve bizde çok kez, bir kitabın birinci
sayfasına yazılırdı. Bu yoldan da bir takım börtü-böceğin, başlarının adına
saygı göstererek kitaplara ilişmeyeceklerine, onları delik deşik edip okunamaz
hale getirmeyeceklerine inanılırdı. (Orhan Şahik Gökyay, Destursuz
Bağa Girenler, İstanbul 1982, s. 205)
Denizde bir gemi! Korsanlar ona hücum
ediyorlar. Bir de bakmışlar gönderde çok güçlü bir ülkenin bayrağı var. Derhal
saldırıdan vazgeçiyorlar. Aynen bunun gibi haşerat da kitaba hücum ediyor, bir
de bakıyorlar ki padişahlarının adı en başta yazılı. Daha ona saygılarından mı
dersiniz yahut korkularından mı bilinmez kitaba dokunmuyorlar. Bu yüzden bu
tılsımlı kelimenin kitabın en başında olması gerekiyordu. Sonuna konulmuşsa,
böceklerin baştan başlayıp –ki kitabın başını sonunu bilemeyecek kadar cahil
değillerdi- efendilerini görünceye kadar
yemiş olmaları sigorta kapsamı dışında kalıyordu. Bu yüzden poliçenin en başa
ve görünür bir şekilde yazılması gerekiyordu.
Şimdi hatırlıyorum. İmam Hatip birinci
sınıfa yeni kayıt olmuştuk. Bir evde beş altı çocuk birlikte kalıyor, sözde kendi
kendimize bakıyorduk. Ben yaşta bir köylüm de vardı. Rahmetli babam benim
kırtasiye ihtiyaçlarımı karşılamıştı. Bir tane de Türkçe Sözlük almıştım,
kalınca bir cep sözlüğü idi. Bu sözlüğü arkadaşım çekemiyordu ve ben onun
elinden sözlüğü bir türlü kurtaramıyordum. Üzerine oturuyordu, sağa sola
fırlatıyordu. Sözlüğe olmadık işkenceler yapıyordu. Benim de ona gücüm
yetmiyordu. Kebikec’i bildiğim de yoktu ki bu şercek kitap zararlısını savsın
diye adını yazaydım. Çocuk aklımla -henüz Arap harflerini de öğrenememişiz-
Latin harfleriyle sözlüğün içine, başına, sağına, soluna, altına, üstüne Allah,
Peygamber gibi ne kadar kutsal bildiğimiz varlık varsa onların adlarını
yazıyordum. Böylece sözlüğü onun şerrinden kurtarabileceğimi düşünüyordum.
Fakat bizim arkadaşın ne Kebikec görmüş haşerat gibi benim sözlükten uzak
duracağı vardı ne de bu isimlerin kutsiyeti onu yapacağından alıkoyuyordu.
Haşerat bile halden ve dilden anlıyor da, bizimkisi bir türlü anlamıyordu!
Her ne olursa olsun önemli olan
zararın savılmasıydı. Bunun yolu ve yordamı, teknikleri çok da önemli değildi.
Bilgi önemlidir ve korunması gerekir.
Günümüzde de bilgi önemlidir ve artık
bilginin adresi bilgisayarlardır. İmdi kitap kurtlarının yerini bilgi virüsleri
almıştır. Öyle ise lazım olan bilgilerin sigorta altına alınmasıdır.
Yetiş Ya Kebikec!
İyi de Kebikec yazmalara bakıyor, kâğıt
kurtlarını savıyordu.
Bilgisayar da kâğıt yoktu. Bu yeni
durum için lazım olan bilgisayara virüssavar olmalıydı.
Şimdi insanlar harıl harıl
virüssavarlar yazıyorlar.
Bazen öyle oluyor ki virüs savmaktan
bilgi saymaya fırsat kalmıyor.
Neden? Çünkü teknoloji henüz çok geri.
İnsan nasıl hayıflanmasın.
Bir “Yâ Kebikec!” diyorsun, asırlar boyu bilgiye dokunan
olmuyor, sınırı aşanlar Kebikec’i karşılarında buluyor ve onun azametinden
eriyip yok oluyor.
Bizim
bilgisayarlarımız ise sürekli açık veriyor. Yama üstüne yama yapılıyor. Virüssavarlarımız
her geçen gün demode oluyor, güncellenmesi gerekiyor. Bunca donanım, bunca
yazılım bir Kebikec etmiyor.
Sen
olda hayıflanma!
Bir
de kudemamız için şöyle böyle diyorlar.
İmdi
sigorta var mıymış yok muymuş?
Bu
izahtan sonra hâlâ yok idi işbu yeni çıktı demek artık çok zor olacak.
Huzurla
kalın!
07.02.2013
GARİBCE
Fotoğraf için Ahmet Hamdi Furat'a teşekkürler.
Sağ üst köşede Ya Kebikec yazıyor.
herdogan38@.
YanıtlaSilÜsdat çok yaşa..Var mı benzeri bir izah..Ne olur her şehrin girişine, cadde başlarına OBESE yerine ' Ya Kebikec ' diye ışıklı birer sütun dikseler olmaz mı..?
İlgililere duyurulur...
KEBİKEÇ
YanıtlaSilKebikeç bir tür çiçektir. Eski İran'da kitapların kenarlarına bu bitkinin suyundan sürülür ve kitabı haşerelerden korurlarmış. Daha sonra korunmuş kitaplara kebikeçli yazarlarmış ki, daha önce bu kitaba kebikeç işlemi yapıldığı belirtilirmiş. Yıllar sanra kebikeç yazan kitapların kurtlanmadığını görenler hikmetin bu yazıyla olduğuna inanmaya başlamışlar. Artık kitapların korunması için bu sihirli kelimeyi yazmaya başlamışlar. Aslını unutmak böyle inanışlara yol açabiliyor. Yani kitaplarınızı korumak için KEBİKEÇ yazmanıza gerek yok :)
TUBA ÇAVDAR KARATEPE