10 Nisan 2013 Çarşamba

Ahmet Muhtar Büyükçınar der ki: İnsan müteşebbis oldukça dinç, öğrenici oldukça gençtir.




Rahmete vesile olması dileği ile Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın vefatının ardından Haseki’de bize okutmuş olduğu Sünen-i Ebî Dâvud’u elime aldım ve şöyle bir karıştırdım.
Benim nazarımda hocanın ayrı bir yeri vardı. Çünkü Rahmetli, ilmi yanında aynı zamanda hikmet ve irfanıyla da temayüz etmiş biriydi.
Kapak sayfasına ve kitabın değişik yerlerine birçok not almışım. Hikmet namına ağzından çıkanları yakalamaya çalışmışım.
Hikmet ile ilgili bak şimdi hatırladım, birinde şöyle bir şey anlatmıştı:
İki sahabi, gayrimüslim birinin evine misafir olmuşlar ve namaz kılmak istemişler. İçlerinden biri ev sahibine “Ev temiz mi?” diye sormuş. Kâfir olan ev sahibi de “Tahhir kalbek! = Sen kendi kalbini temiz tutmaya bak!” demiş. Öbür sahabi bu lafın üzerine hemen arkadaşına “Huz hazihî’l-hikme velev min femi’l-kâfir = Bu hikmeti şu kâfirin ağzından çıkmış olsa da hemen almalısın!” demiş.
Öyle ya hikmet müminin yitik malıdır. Her nerede görürse onu almalıdır.
Kitabıma baktım. Kapak sayfasına bazı özel notlar almışım: Bunlardan biri hocanın şu beyti:

Eyleme cân ömrünü zail zikreyle her dem
Dünya anı değmez ki cefasını çeke âdem

Sonra iki beyit daha yazmışım. Onlar da hocanın hocasına ait imiş:
Zahirde ne var bütün eşya bütün âlem
Hep kudret-i Hak’tır Fâil-i mutlak’ta dem a dem
(Külle yevmin hüve fî şe’n âyetine işaret ediliyormuş)

Canını canana veren bir dahi can istemez
Tâlib-i dîdâr olanlar ‘îyn ile ân istemez.
‘îyn huriler demektir.
Hocanın kaderle ilgili olmak üzere “Kibar-ı evliya cebr-i mütevassıttan kurtulamaz” dediğini hep hatırlarım.
Kitabın kapağına bu meyanda şunları da yazmışım:
Allah’ın işine karışmayan Allah’ın azabından,
Kulların işine karışmayan da kulların gazabından kurtulur.
Hocanın “kul olarak insanın sorumluluk alması gerektiği”ne olan inancı onun kader anlayışının en belirgin bir yapıtaşı idi: “İn tensurûllaha yensurküm” ayetini delil olarak kulanır ve “Siz Allah’a yardım edin ki Allah da size yardım etsin” derdi. Yani insan olarak kişi kendi üzerine düşeni yapmadan , akıbeti Allah’tan beklemesinin yanlış bir kader ve tevekkül anlayışı olduğunu ifade ederdi.
“Dû zen olursa bir evde düzen olmaz o evde” sözü de hocadan duyduğum vecizelerdendi. “Dû zen” Farsça iki kadın demektir. Bir evde iki kadın varsa, o evin düzeni olmaz, demiş olurdu.
İnsan huzuru bazen yanlış yerlerde arar. Bir kadın ile huzuru bulamayan, iki kadınla nasıl bulacaktır.
Hocanın hayat felsefesini en iyi yansıtan sözlerinden biri de başlığa aldığımız “İnsan müteşebbis oldukça dinç, öğrenici oldukça gençtir.” Sözüdür. Hoca hem müteşebbis idi ve hem de öğrenici idi. Müteşebbisliği sonucu pek çok deneyim yaşamış ve tekstil sanayinde iş bile kurmuş ve iş adamı denilebilecek bir duruma gelmiş.
Öğreniciliğine gelince Hocanın teneffüslerde elinde küçük cep mushafı Kur’an okumakta ya da ezberlemekte olduğu sahneler hep gözümün önündedir.
Hoca müteşebbisliğine özellikle kamplarda yetiştirmiş olduğu pek çok talebesini de katmış, birçoğunun eli kalem tutan mütercim ve yazar olmalarında ciddî anlamda pay sahibi olmuştur.
Ben Haseki’de iken ilk hikayemi hocanın teşviki sonucu yazmıştım. Bir heyecanla fakülteden beri hep birlikte olduğumuz bir arkadaşıma vermiştim. Okusun, güzel olmuş desin de ben de heyecanlanayım, şevk bulayım ve ikincisini, üçüncüsünü yazmak için daha bir cehd ve gayret içerisinde çalışayım. O arkadaşım, bir iki sayfalık o hikayemi okumadı bile. Şevk vermek için değil de şevkimi kırmak için sanki gayret ediyordu. Sonra düşünüyorum da ben hocayı niye seviyorum da aynı sınıftaki çoğu arkadaş aynı derecede benim gibi hocadan etkilenmiyor.
Bu da demek ki Allah’ın bize olan bir lütfu idi. Biz bu lütuf sonucu bütün alıcılarımızı hocaya karşı açıyor, bütün kaplarımızı doldurmaya çalışıyorduk. Hoca da bihakkın dolduruyordu. İlim ve irfan verdikçe azalacak türden şeyler değildi ki! Ama aynı hoca herkese aynı derecede faydalı da olamıyordu.
Bu durum sadece hocaya mahsus bir durum da değildir. Nice insanlar kendi akrabaları olan peygamberlerden bile yararlanamamışlardır. Tarih bunların hikayelerini anlatır durur.
Kimi alır, hazmeder ve aldıklarını kendine mal ettikten sonra bal kıvamında başkalarına da verir.
Kimi sadece nakledici işlev görür.
Kimi de ne alır ne satar.
Hocamıza bir kere daha Allah’tan rahmet diliyorum.
Yazılarımızı görenler ona ne kadar çoklukla atıfta bulunduğumu bilirler.
Haseki mezuniyet konuşmasını bana yaptırmışlardı. Herkese teşekkürlerimizi sunmuştum. “Ama!” demiştim “hocalarımıza gelince onlara teşekkür etmiyorum. Çünkü onlara teşekkürün sözle ifade edilemeyeceğine inanıyorum. Ne zaman ki bizler onların bize öğretmiş oldukları ilim ve irfanı aynı ruh ve heyecan ile biz de kendi talebelerimize öğretirsek, onlara karşı hasbi davranır, onları hayatta lazım olacak bilgi ve irfanla donatabilirsek işte o zaman biz hocalarımıza gerçek anlamda teşekkür etmiş olacağız”
Bu inancım hala aynen devam etmektedir.
Onların kimi göçtü, kimi sırasını bekler. Elbette biz de sıradayız. Fakat sıra nasıl sıralı kimse bilmez. Ama değişmeyen bir şey varsa önden gidenler ve arkada kalanlar hep olagelmiştir. Hocaya nispetle şimdi biz arkada kalanlardanız. Bizlerin de saçı sakalı ağardı. Analarımızın “Döşü ağarasıca!” misillü duaları bizi de çoktandır tuttu. Umarım biz hocalarımıza karşı hayru’l-halef oluruz. Biz önden gidenlerden olunca da bize nispetle arkada kalanlar bu kez bize karşı inşallah hayru’l-halef olurlar.
Allah’tan niyazımız budur.
Dua ile!
10.04.2013
GARİBCE

3 yorum:

  1. Değerli Hocam, yazılarınız bizim için ufuk açıcı. Hatta öğrenciler için -eğer okurlarsa!- bu tarz yazıların derslerde anlatılanlardan daha etkili olduğunu söyleyebilirim. Keşke hocalarımız sizin yaptığınız gibi gündemi yorumlayan, sahasındaki mevzulara değinen yazılar yazsasalar da talebe olan olmayan herkes müstefîd olabilse...
    Affınıza sığınarak bu yazınızla ilgili küçük bir düzeltme yapmak istiyorum: Hocanın hocasına âit olan (Allah ikisine de rahmet eylesin) "Tâlib-i dîdâr olanlar ‘îyn ile ân istemez" mısraı "Tâlib-i dîdâr olanlar în ile ân istemez" şeklinde olmalıdır. Evet "ıyn" huriler demek ama şâirin "ile" bağlacıyla bağladığı "ân"la aralarında bir alâka bulunmamakta. Binaenaleyh, "ıyn" diye yazdığınız kelime "în"dir ve Farsça "bu" demektir. "în ü ân" "bu şu" demektir. Dolayısıyla mısra da "Allah celle celâlühu'nun cemâline müştâk olanlar şunu bunu istemez." mânâsına gelir. "Şu bu" artık kişiden kişiye değişir, kimine mal mülk, kimine huri gılman, kimine konak köşk olur... Hürmetler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ey adsız kardeş keşki adını da yazmış olsaydın. İltifatın ve düzeltmen için teşekkürler.

      Sil
  2. Hocam selamün aleyküm. 94 MÜİF mezunu Erol Erdoğan. Sitenizi bu gece tevafuken buldum. Bundan sonra izleyeceğim.

    http://erolerdogan.com.tr/

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...