Son birkaç on yıl içinde kutsalın dönüşüne dair farklı
çalışmalar yapıldı. Zeki Arslantürk’ün, Kutsalın
Dönüşü Yeni Toplum Arayışları, (İstanbul 1998)
adlı çalışma da bunlardan biri.
Dinin hayatiyeti, kiliseye (bizde camiye) düzenli
devam ile ölçülürdü ve Modernitenin yükselişi ile tersinden bir düşüş
gösterirdi. Bu durum, ne kadar modernite o kadar sekülarite şeklinde formüle edilirdi.
Ancak bu yargı kapsayıcı ve
yeterince sahici değildi. Mesela ABD modern olmasına rağmen geri kalmış bir çok
ülkeden daha dindardı. Oysa dindarlığın mabede düzenli gitmenin ötesinde başka
tezahürleri de olmalıydı ve bu durum bazı araştırmacıların dikkatlerini
çekiyordu. Değişik kıstaslar esas alınarak yapılan bu doğrultudaki alan araştırmaları
ortaya koymuştur ki aslında din, bir şekilde ve moderniteye rağmen hep var
olagelmişti, ne var ki eski geleneksel din anlayışları değişmiş ve insanların
dindarlıkları “kendilerince” ve daha çok yeni “ikameler” ve semboller üzerinden
ifade edilmeye başlanmıştı. Buna “ait olunmayan inanç fenomeni” adını da
vermişlerdi. Bu şu demekti: Din, modern toplumda da vardır. Hatta dinin
dönüşünden bahsetmek doğru da değildir. Çünkü o zaten her zaman var olmuştur.
Ne var ki modern dindarlık, dini, mezheplerin, kilise gibi kurumların,
cemaatlerin öteden beri geleneksel biçimde sürdürmüş oldukları şekilde değil,
bir başka biçimde, daha bireyselci ve şahsa özgü tarzda ve doğruluğu geleneksel
kurumlarca test edilmemiş inançlar, ikameler ve tavırlar şeklinde, en belirgin
özellik olarak da semboller üzerinden ifade edilen ve canlı tutulmaya çalışılan
bir anlayış şeklini almıştır ve giderek daha hızlı bir şekilde almaktadır. Yani
sözü edilen bu dindarlık, geleneksel dinî kurumlara aidiyet kaygısı taşımıyor,
zaten onların çizmiş olduğu şekil ve sınırlara, belirlenmiş kurallarına da pek
uymuyor.
Mesela ülkemizde dini bütün
bir müslüman denilince gelenekte, sabahları erken kalkıp camisine giden, beş
vaktini cemaatle kılmaya çalışan, cuma ve bayramlarını asla kaçırmayan, giyim
kuşam şekli, din adına istenen şekil ve kurallara sıkı sıkıya uyan, içki
içmeyen, faize bulaşmayan, erken yatıp erken kalkan… bir insan tipi
anlaşılırdı. Modernite ile birlikte insanların dindarlıkları çok daha farklı
ifade edilmeye başladı. Mesela genelevde çalışan bir kadının sünnetli sünnetsiz
ayrımı yapması, kandil geceleri mesaiye çıkmaması, dansözün piste çıkmadan önce
dua etmesi, gazino işleten birisinin Ramazan ayı boyunca kapısına kilit
vurması, kişinin vücuduna hilal şeklinde dövme yaptırması, bekarete önem
vermesi, kendi yakınlarından biriyle bir başkasının nikahsız birlikte olmasına
razı olmaması, cenaze aidiyetlerinin alkış ya da tekbir gibi sembollerle
belirlenmeye çalışılması, normal olarak ibadetlerini yapmayan insanların kandil
gecelerine, ölülerine çeşitli günlerde mevlit okutma, Oruç Baba’da iftar etme
gibi tören ve davranışlara aşırı bir önem vermeleri… sözü edilen inanç
fenomeninin göstergelerinden olmaktadır.
Gazeteci Can Dündar’ın
aşağıdaki yazısı, bu konuda son derece ilgi çekicidir. Sizlerle paylaşmak
istedik. Saygı ve sevgiyle arz olunur:
26.04.2013
GARİBCE
Can Dündar
Yıllar önce bir mizah dergisinde bir karikatür vardı:
‘Ateizm konferansı’nda konuşacak hatip, kuliste diz çökmüş dua ediyor: “Tanrım,
bağışla ne olur? Bir kere girmiş bulunduk bu yola...” Türkiye’de adı Marksist
sol çizgiyle özdeşleşmiş kimi müzisyenlerin çekmecelerinden kutsal kitaplar
çıkması, akla bu karikatürü getiriyor. Acaba ateist hareketlerin starları,
devrim marşları söyledikleri dönemde de sahne almadan kuliste dua ediyorlar
mıydı? Yoksa ‘beklenen devrim’in bir türlü gelmemesi mi onları uhrevi bir
dünyanın kollarına çekti? Geçici bir moda mı bu? Yoksa ideolojinin boşluğunu
inanç mı doldurdu? Alkışlar ve tekbirler Cem Karaca’nın ölümünün ardından Zaman
gazetesinde Fetullah Gülen’in bir veda ilanı yayınlandı. Bu, ‘Hocaefendi’nin
daha önce bir şiirini seslendiren sanatçıya vefa örneği olarak yorumlandı.
Karaca, ‘son fotoğraf’ında babasının mezarı başında dua ediyordu. Kendisi de
vasiyeti üzerine Abdülbaki Gölpınarlı’nın cenazesinin kaldırıldığı camiden,
alkışlar yerine tekbirlerle uğurlandı ve başucunda dua ettiği babasının yanına
gömüldü. Bütün bunlar, onu ‘devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halklar’ için
söylediği 1 Mayıs marşıyla anımsayan kimi hayranları için şaşırtıcı oldu. Ne
olmuştu da, ‘devrimci Cem’, alkıştan sıkılmış ve son yolculuğuna tekbirlerin
eşlik etmesini istemişti? Cem Karaca’nın soyağacını ve biyografisini
inceleyenler bu soruya tekil yanıtlar bulabilirler. Ancak işin, onu aşan bir
yanı var. Çünkü Karaca, cebinde tespih bulunan ilk ‘solcu müzisyen’ değil; son
olmayacağı da kesin... Ondan 5 yıl önce, yine meydanlarda işçi sınıfının 1
Mayıs marşını seslendirmesiyle tanıdığımız bir başka müzisyen Timur Selçuk,
Nebil Özgentürk’e şöyle diyordu: “Namazını kılan bir sosyalistim ben... Daha
iyi bir yöntem gelirse bir dakika sosyalizmle kalmam, yeni yönteme geçerim. Ama
esas gönül pınarım, kaynağım o başucu kitabımdır. Ondan (Kuran’dan) son
nefesime kadar vazgeçmem. Başucu kitabımla sosyalist ahlâkın çok uyuştuğuna
inanıyorum. Çünkü orada insandan, emekten yana bir şeyler var. Ama Marksist
miyim? Hayır. Çünkü ben Allah’ı inkâr edemem. İşçi sınıfı diktatörlüğünü kabul
edemem. Sosyalizmin altından çok sular aktı. İbadeti reddeden bir Marksizmi ben
de reddediyorum.” Selçuk, eskiden beri bu görüşte olduğunu söylüyordu, ancak
1970’lerdeki dinleyicileri onun marşlarıyla coşup işçi sınıfı diktatörlüğü için
sloganlar atarken, sahnedeki adamın konserden sonra namaza gittiğini
bilmiyorlardı. O, bunun nedenini şöyle açıklıyordu: “Bize ‘İbadet, Allah’la kul
arasındadır’ diye öğretildi. Ayetlerde de ‘İbadetini yüksek sesle yapma,
bunları gösteriş için kullanma’ dendi bize... Babamız da bunları söyledi. Ama
ne zaman ‘90’lara geldik, ne zaman ki bir takım insanlar o eşsiz başucu
kitabını oya tahvil etmek için bunun bezirganlığını yapmaya başladılar,
‘Babacığım, kusura bakma, ben artık konuşuyorum’ dedim: ‘Ben de ibadetimi
yapıyorum arkadaş, senden daha da dindarım. Çünkü oy istemiyorum insanlardan.
Üstelik sosyalistim’ Bitti.” İşte başka bir örnek... Dönemin solcularından
sayılmasa da dindar bir görüntü de arzetmeyen Mazhar Alanson, NTV’de Gani
Müjde’nin programında, sevdalıların birbirlerine söyledikleri son ‘hit’i Yandım
Yandım için şöyle diyordu: “Yandım Yandım’ı Hz. Muhammed için yazdım. Mekke’de,
Kâbe’ye ilk gittiğim gün, o şarkının ‘yandım yandım’ sözü çıktı. Mekke’deki
ikinci günümde ise ‘...ki ne yandım’ kısmını ekledim. Daha sonra yazılan ‘Bana
yeniden şarkılar söyleten kadın’ mısrası ise hayali bir sevgiliye ithaf edildi.
Herkes bu şarkıyı bir kadın için yazdığımı sanıyor, ama öyle değil. Böyle garip
bir adamdan bunu beklemezsiniz.” Sufi’nin yazarı Mazhar da “Sevdadan geçme
faslında”ydı artık, “Mevla’yı bulma yollarında...”
Cat Stevens’tan Cohen’e Bu, bize özgü bir akım
değil... Son 30 yılda Batı müzisyenleri arasında sıkça rastlanan bir durum...
En tanıdık örneği, Cat Stevens... Uyuşturucuyla dibe vurduğu 27 yaşında
Kuran’la tanışıp Müslümanlığı seçen ve Yusuf İslam adıyla kendini İslam’ın
emrine veren pop yıldızı... Bir başka örnek, “Acımız arttıkça daha çok Tanrı’ya
ihtiyaç duyuyoruz” deyip maneviyat tahkimi için Hindistan yollarına düşen
Beatles... Ve 70’lerde girdiği derin buhranı atlatmak için Zen’e sığınan ve
sonunda Guru’sunun peşine düşerek 5 yıl boyunca Güney Kaliforniya’daki bir
dağda, yaşlı hocasının aşçısı olarak tapınağa kapanan Leonard Cohen... Peki ne
oluyor? Popun starları mı dindarlaşıyor? Yoksa din mi popülerleşiyor? Papa’nın
huzurunda ters dönerek break dansı yapan popçular mı ibadete yöneldi, yoksa
çağın ihtiyaçları doğrultusunda donuk kilise korolarını birer rock ayini haline
çeviren papazlar mı moderniteye boyun eğdi? Paranın, şöhretin, içkinin,
uyuşturucunun, seksin hükmettiği bir dünyanın hükümdarlarının secdeye gelmesini
nasıl izah etmeli? Mütemadiyen altında oldukları ışık, renk ve ses alemi,
aydınlatmak yerine karartıyor mu dünyalarını...? Aradıkları ışığı maneviyatta
mı buluyorlar? Karşı karşıya oldukları yoğun fiziki baskı onları metafizik bir
dünyaya mı itiyor? İlişkilerin yüzeysel, geçici, çıkarcı, sahte olduğu bir
dünya içinde, mistik olan cazibe mi kazanıyor? Yoğun ilginin getirdiği bir
anlam kaybı, anlam arayışını mı getiriyor beraberinde..? Sahnede kazanılan
yarı-Tanrısal konum, onları Tanrı’ya mı yaklaştırıyor? Tanrı’nın dönüşü Belki
de bu soruların yanıtı, modernizmin din karşısındaki yenilgisinde saklı...
Tanrı’yla zıtlaşarak bayrağını açan modernite, dindarlığı hep köylülük alameti
olarak gördü ve aşağıladı. Buna karşın (ya da bu yüzden) dindarlar da
modernliği ateistlikle eş gördüler ve direndiler. Ancak bu özdeşleşme ilkin
Batı’da çözüldü. Ağır kimlik krizlerinin ardından ‘Tanrı’nın dönüşü’ne tanık
olundu. Ateizmin karargahı Sovyetler’in duvarı yıkılırken kilise ayakta kaldı.
Avrupa’da kiliseye gidenlerin sayısı azalsa da, dinin etkisi çoğaldı. Zamanla
aynı gelişme Türkiye’de gözlenir oldu. Daha önceleri ‘Tanrıtanımaz’ olmasalar
da ‘din-dışı’ bir hayat süren modern kesimler, Ramazan’da iftar sofralarında
buluşmaya başladılar. Modernizm vaatlerini tutamayıp yoruldukça, din, biçare
yüreklere yeniden yerleşti. Bu eğilimin öncüleri de ‘toplumun sinir uçları’
kabul edilen duyarlı sanatçılar oldu. Maneviyata en sıkı sarılanlar, maddiyata
en çok dokunanlar arasından çıktı. Sol bir maziden İslam’a evrilen İsmet Özel
de bir şiirinde “Küfre yaklaştıkça inancım arttı” demiyor muydu?
www.milliyet.com.tr/2004/02/13/yazar/dundar.html
Eldar Hasanov: Evet, ait olunmayan ama mensup olunduğu düşünülen inanç fenomeni. ayrıca, modernitedeki dindarlık da kafamı karıştırdı. din duygu işiyse, onlar cennete biz cehenneme gidebiliriz. Lütfen bu konuyu da bizi aydınlatırsanız Muhterem Hocam...
YanıtlaSil