Sünnet sünnet dediler, iyi de nedir sünnet dendiğinde
herkes, körlerin fili tarif etmelerine döndüler. Sonunda öyle sünnetler ortaya
çıktı ki, şaşırdık ya Rasûlallah!
Sünnet senin yolun elbet, bunu söylemeye ne hacet. Ama
gel gör ki sünnet adına, senin yolun adına neler yapıyor, ne haltlar
karıştırıyoruz ya Rasûlallah!
Bakın birkaç örnek vereyim. Ya Rasûlallah! Hani
birinde gelmiş ve ev halkına yiyecek bir şeyleri olup olmadığını sormuştun.
Hane-i saadet tam takırdı, ambarda un, çuvallarda zahire yoktu. Buz dolabı,
derin dondurucu ve içinde envai çeşit yiyecekler hiç yoktu. “Hurma olan evde
açlık olmaz” buyurmuştun, hurma da yoktu. Ve belli ki hane halkın açtı ya
Rasûlallah! Ve belli ki sen de onlar gibi açtın. Senin soruna “Ya Rasûlallah!
Evde yiyecek namına hiçbir şey yok. Sadece biraz sirke var!” diye cevap
vermişlerdi. Sen de “Getirin, sirke ne güzel katıktır” buyurmuş ve onunla
kifaf-ı nefs etmiş, açlığını köreltmiştin.
Şimdi bizim kültürümüze nasıl yansıdı bu bilemem ama,
“sirke senin sevdiğin yiyecekler arasına giriverdi” ve sirke yemek öyle sıradan
bir şey olmaktan çıkıp “sünnet” mevkiine yükseldi. Sirke üreticilerinin bunda
bir katkısı yoksa, adamların sevinmesine engel ne olabilir.
Şimdi yukarıdaki olayda, önemli olan şey senin sirke
yemen miydi ya Rasûlallah! Basiretimizi sirkenin şarap rengi mi aldı, yoksa
aynı üzüm suyundan yapıldıkları şaraba meşruiyet alanında tekabül edişi mi,
bilmiyorum.
Acaba sen sirke yediğin için, insanların gözünde
büyüyecektin de ondan mı? “Benim peygamberim öyle büyük ki, sirke bile yedi” ya
da “sirke yedi” diye hava atacak ve insanların büyümesi için sirke yemelerini
böylece teşvik mi edecektik. Bu durumda sirkenin, her babayiğidin yiyebileceği
bir şey olmaması gerekecekti. Ya da tersinden “peygamberimiz sirke yediği için
mi büyük oldu” diyecektik. Bu durumda da sirke herkesin ulaşamayacağı “iksir”
gibi bir şey olacaktı.
Biliyorum bu hasbıhal seni sıkıyor ama bir kere
başladık ya Rasûlallah! Hali pür melalimizi göresin diye uzatıyoruz. Hem
seninle hasbıhal etmeğe doyum da olmuyor. Lafı uzatıyorsak biraz da kardeşin
Musa’nın Rab Teâlâ ile asa (çoban değneği) muhabbetindeki sünnetinden
esinlenerek yapıyoruz.
Ya Rasûlallah! Sen ki bir peygamberdin, uğruna bırakın
mallarını canlarını feda edecek nice erler vardı ve onların bir kısmı
vaatlerini yerine getirmişler, bir kısmı da sıralarını beklemedelerdi. Adı
konulmuş olmasa da bir devletin vardı. Elinin altında kontrol ettiğin mallar
vardı ve senden hesap soracak hiçbir kimse de yoktu.
Ve senin hane-i saadetin mescid etrafına dizilmiş
odacıklardan ibaretti. Sen saraylarda safa sürenlerden değildin, ama isteseydin
yapabilirdin. Altında kuş tüyünden yataklar yoktu, fosur fosur döşekler
üzerinde yatmazdın. Halı ve kilimler üzerinde gezinmezdin. Uzandığın hasırın
izleri böğrüne çıkardı ve seni o halde gören Ömer bile anlayamamış ve boşuna
ağlamıştı. Senin mülkünü Kisralarınkilerle karşılaştırma aceleciliğine
düşmüştü. Senin tahtın gönüllerde idi ya Rasûlallah! Bir anlık gafletle koca
Ömer de görememişti de Yüce Allah’a sitemkâr sözler etmişti.
Hane halkın zaman zaman itiraz etmişler ve senden
nafaka tahsisatlarını artırmanı ve refah düzeylerini yükseltmeni istemişlerdi.
Daha önce böyle bir talepleri yoktu, çünkü senin imkanın kıttı. Şimdi neden
ısrarla üzerine geliyorlardı ya Rasûlallah! Çünkü görüyorlar, sana çok miktarda
ve değişik yerlerden mallar geliyor, istesen sen onlara istedikleri kadar pay
ayırabilirdin, ama sen asla buna yanaşmadın ya Rasûlallah! Medine’de karnını
doyurmaya çabaladığın bunca insan varken, hâlâ başlarını sokabilecek bir yuvaya
kavuşturamadığın insanlar aç ve açıktayken senin ev halkının gönenmesi olur
muydu ya Rasûlallah! Bu senin insanlığına, bu senin büyüklüğüne yakışır mıydı?
Seni büyüten ne hükmettiğin topraklar, ne sevk ettiğin muzaffer ordulardı. Seni
büyüten işte bu tavrındı ya Rasûlallah! Kalpleri fetheden, gönüllerde taht
kuran sevgin işte bu örnekliğinden doğuyordu. Bin kere selam olsun, canım sana
feda olsun ya Rasûlallah!
Ve işte o büyük sen, aç sen gelmiş ve yiyecek bir şey
istemiştin. Evde sana ikram edilecek sadece sirke vardı ve sen onu getirttin,
yedin, açlığını yatıştırdın ve üstelik “Sirke ne güzel katıktır” buyurdun.
İmdi biz buradan sünneti sirke yemek diye anladık.
Senin büyüklüğünü ıskaladık ya Rasûlallah! Halbuki sen, o kutlu insan sen, o
büyük insan sen büyüklenmedin, neden yemek yok diye etraftakileri haşlamadın,
nimetler arasında bir ayrım yapmadın, önüne konulan şey sirke de olsa yedin,
hane halkını zor duruma düşürmedin, üstelik onların gönlünü almasını da bildin.
Sirke de olsa her nimetin eda edilmesi gereken bir şükür borcu olduğunu, o
nimeti överek gösterdin. İşte senin sünnetin buydu, ıskaladığımız büyüklüğün
buradaydı ya Rasûlallah!
Kaldı ki yiyecek bir şeyi sevmek ya da sevmemek
cibillî bir şeydir. Bunun sünneti olur mu ya Rasûlallah! Araplar, çekirgeyi çok
lezzetli bulurlar ve büyük bir iştiha ile yerlermiş. Benim içim çekmiyorsa, bu
benim suçum mu ya Rasûlallah! Senin kavmine ait bir özellik bende tecelli
etmemiş diye kendimi suçlamalı mıyım? Din bu mu, senin yolun bu olabilir mi?
Senin kabağı sevdiğini söylemeleri de öyle olmalı.
Önüne konulan etli kabak yemeğinden yerken daha çok kabaklarını seçmişsin, ete
fazla uzanmamışsın. Bundan senin kabak sevgin nasıl çıkar ya Rasûlallah!
Bilmiyoruz yemek nasıl pişirilmişti, et taze miydi, güneşte kurutulmuş etlerden
miydi, yağlı mıydı, ağır bir kokusu var mıydı? Dolayısıyla daha çok kabağı
tercih etmenin kendince bir sebebi var mıydı? Yoksa hafif olduğu için sebze
olarak kabağı mı yeğledin? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Önünde türlü türlü
yemek vardı da, sen illâ ben kabak isterim mi dedin?
Hocanın biri vazife gördüğü yerde kabağın peygamber
yemeği olduğunu söylemiş. Söylemiş söylemesine ama hiç hesap etmediği şekilde
kabak kendi kafasında patlamış, akşam sabah kabak yemek zorunda kalmış. Salâ
verirken gaydasına getirip “Sabah kabak, akşam kabak buna nasıl can dayanacak
ya Rasûlallah!” diye bağırır, işi düzeltmeye çalışırmış.
Bir diğeri görev icabı gittiği yerde ilk gün sofranın
baş yemeği olarak kabak çıktığını görünce pek memnun olmamış ama, misafirliktir
bu, kişi umduğunu değil, bulduğunu yer demiş. İkinci gün bir başka evde misafir
olmuş ve gene yemek kabakmış. Üçüncü gün de aynı şekilde menü kabaktan ibaret
olunca anlamış ki işin içinde iş var. Öğrenmiş ki önceki hoca epey kabak
muhabbeti yapmış ve kabağı peygamber sevgisiyle irtibatlandırıp protokolde öyle
bir yere yerleştirmiş ki, diğer yemeklerin onun önüne geçip de sofrada hoca
efendiye arzı endam etmelerinin imkanı yokmuş. Bunu ancak ilm-i siyaset
çözebilirmiş ve o da onu uygulamış, cemaatin toplu olduğu bir yerde: “Değerli
hane sahipleri!” demiş ve devam etmiş: “Sağ olun bizi her akşam münavebeli
olarak misafir ediyorsunuz ve ağırlıyorsunuz. Ancak bizi çok zor durumda
bırakıyorsunuz. Her öğünde mübarek kabak yemeği çıkarıyorsunuz. Bildiğiniz gibi
kabak peygamber taamıdır. Biz kim, peygamber taamı kabak-ı şerif yemek kim.
Bizim gibi sıradan birinin, içi pirinç dolu götü boklu bir tavuk neresine yetmiyor
ki!”.
Görüyorsun ya Rasûlallah! Bir deli kuyuya bir taş
atıyor, kırk akıllı bir olup onu çıkarmaya çalışıyor. Bu akıllılardan biri de
zahir ben oluyorum, işin kötüsü, tam Bekri Mustafa öyküsü,
Bunlardan bir diğeri az önce geçen “Hurma olmayan ev
halkı açtır” sözündü. Bunu da anlayamadık, evimizde ilaç gibi hurma
saklayanlarımız oldu. Bu sözü sen nerede söylemiştin ya Rasûlallah! Elbette
Medine’de. Medine’de maişet nasıl temin ediliyordu? Büyük ölçüde bahçe tarımı
yapılıyordu ve temel besin maddesi hurma idi. Hurma mebzuldü ve hemen her evde
ve her zaman pazarda olurdu. Eğer evlerde hurma olursa, açlık da olmazdı.
Ekmek daha az bulunan ve dolayısıyla daha değerli olan
bir besin maddesiydi. O yüzden sen Bedir esirlerine iyi muamele edilmesini
buyurduğun zaman, sevgili ashabın ekmeklerini onlara ikram etmişler kendileri
hurma ile yetinmişlerdi. Ben bunu ilk okuduğumda anlayamamıştım, nasıl ikram
ki, benim yemekten usandığım ekmeği esirlere sözde ikram etmişler ve ancak
hacdan gelenlerin ikramıyla tanımış, tatmış oluğum ve tadı damağımda kalmış
olan hurmaları ise kendileri yemişler. Sonra anlıyorum ki ha onların hurması,
ha bizim yufka. Sabah kalk döğmeden katık katılarak yapılan tarhana çorbasına
dürüm edilmiş yufka ile birlikte kaşık salla, öğleyin bulgur aşına yufka ile
talim et, akşam gene bulgur lapası, yahut çorbası, yahut undan yapılmış bulamaç
ve tabiî ki yanında her zaman ekmek. Bazlama, katmer, hele yağlı çörek olduğu
zaman katığa da gerek olmaz. Ama sıcak sıcak yiyeceksin. Hem yemek, ekmeğimize katık
olacak kadardır. Öyle ekmeksiz doyası yemek yok, mantı da olsa yanında gene
ekmek olmalı. Başka türlü göz doymaz, göz doymayınca da karın doymaz.
Tatlılarımız dahi undan yapılır. Görüldüğü gibi Anadolu halkı için açlığın
olmaması hurma ile değil, zahire ile olmaktadır. Konya’da buğday, Karadeniz’de
mısır, bir başka yerde pirinç… Öyle ise bizim, hurma üzerinden “mebzul gıda
maddesinin evden eksik edilmemesi” şeklinde bir sonuca ulaşarak senin muradını
kavramamız gerekirdi. Ve bunu ulemamız beceremese de halkımız yapıyor, ev halkı
aç kalmıyor ya Rasûlallah! Anadolu’da evlere girildiğinde bir köşede,
çocukların gözlerinin önünde bir yerde bir metre çapında bir -iki metre
yükseklikte istif edilmiş bir yığın görürsünüz; yufka ekmek yığını. O yığın
orada oldukça ne doymadık göz, ne de aç kalmış karın olur ya Rasûlallah! Sen
müsterih ol, irfanı yüce halkımız, senin sözünü duymamış olsa bile, hayatın
içinde sağduyuları ve bozulmamış fıtratlarıyla doğru yoldalar. Gene de sen
ruhaniyetini ve duanı onlar üzerinden eksik etme, çünkü senin duanın yerini ne
hurma, ne buğday, ne de bir başkası tutar ya Rasûlallah!
Sen beyaz giyinmeyi severmişsin ya Rasûlallah! Hem
başını da örtermişsin. Bu şimdi senin sünnetin mi? Zürefanın düşkünü, beyaz
giyer kış günü, sözündeki istihfaf aslında unutulmuş bir hakikati mi hedefler
ya Rasûlallah! Yani öyle zarif insanlar var ki, senin sünnetine uymak için, kış
günü de olsa beyaz giyerler, ama bunun neden öyle olduğunu bilmeyenler, o zarif
insanları istiskale kalkışırlar.
Yoksa ya Rasûlallah! Bilmemiz gereken başka şeyler de
mi var. Düşündüm, Hicaz’ı gezdim gördüm hakikaten bugün de insanlar beyaz
giyiyorlar, hem de entari şeklinde elbiseleri, başlarını da gene beyaz
tülbentvari ince kumaşlarla örtüyorlar. Acep bunlar senin sünnetin olduğu için
mi? Yoksa bunun sünnetle ilgisi “iklim şartlarına uygun giyinme” şeklindeki bir
ilkenin tecellisi mi?
Biliyorum ya Rasûlallah! Sen sıcak bir iklimde
yaşadın. Dışarılarda sıcak kavuruyor, güneş insanın beynini kaynatacak kadar
etkin oluyordu. Bunu önlemenin, vücudu korumanın en önemli yolu, bu iklim
şartlarını dikkate alan bir giyim tarzı olmalıydı ve senin tercihin de işte
oydu: Giydiğin elbise, bedene sıkıntı vermeyecek kadar rahat ve güneşi
yansıtacak şekilde açık ve özellikle de beyaz renkli olacaktı. Başını da
örterdin ki, sıcaktan korunasın, beynin sıcaktan eriyip akmasın. Yüce Allah,
Kur'ân’da elbiseden bahsederken “Sıcaktan koruyan elbiseler”[1] nitelemesini
yapar. Bizse elbiseyi daha çok soğuktan korunmak için giyeriz ya Rasûlallah!
Özellikle kışın kalın ve koyu renkli kumaştan yapılmış elbiseleri yeğleriz.
Bizim bacağımızda, kavmince pek aşina olunmayan don denilen bir parça giysi
daha var. Üzerinden de şalvar giyeriz. Gerçi şimdi iş biraz değişti ve yerini
pantolon aldı ama. Çok sürmedi onun da şalvar tiplerini icad ettik. İmdi biz
senin sünnetine uymuş oluyor muyuz?
Her vesileyle misvak kullanmamızı emrederdin. O zaman
bu işe en uygun olan Erak ağacının lifli dalları idi. Biz sünneti bu ağaç
dalını kullanmak zannettik. Bu örnek üzerinden ağız ve diş temizliğini
kastettiğini anlayamadık. Sünneti, araca indirgedik ya Rasûlallah!
Yüce Allah, gücünüzün yettiğince güç hazırlayın[2]
buyuruyordu. Sen örneklendirdin ve yüzmeyi, ata
binmeyi, ok atmayı teşvik ettin. Bizim sünnet anlayışımız hala onlarda kaldı,
her zaman önemini yitirmeyen yüzmenin, ata binme yerine sürücülük ehliyetinin,
ok atıcılığı yerine her türlü atılarak kullanılan silahların taliminin ve bütün
bu araçlara hükmeden bilgisayar kullanımının günümüz sünneti olduğunu akıl
edemedik ve yaya kaldık ya Rasûlallah! Bir Hasan’ımız vardı, okula atla
gelirdi. Ve Hasan’ın yiğit bir kalbi, kaya gibi sağlam imanı vardı. Bu imanla
senin yolunda aşkla, muhabbetle sadece ölürüz ya Rasûlallah! Oysa sen bize bu
dini yaşamamız için, yaşantımızda izzet bulmamız için getirmiştin.
Sifahtan (zina) ayrılması için illaki nikah derdin.
Nikahın ilanını isterdin. Bunun için iki şahit olacak, def ile duyurulacak
buyururdun. İşi sağlama almak için o zamanlar alenilik dışında ne tescil vardı
ne resmi ilanlar. Nikahın hikmetini göz ardı eden ve zevklerinin tatmini için
senin buyruklarını istismar edenler, körpe kızları aldatıp sözde iki şahit ile
kendi aralarında nikah kıyıp nice masumların hayatlarını karartıyorlarmış, din
adına, fıkıh adına. Senin sünnetin bu olabilir mi ya Rasûlallah! Senden
olanlar, körpe bedenlere ulaşmak için bu hasis yollara baş vurabilirler mi?
Derdimiz o kadar çok ki ya Rasûlallah!
Bir bir anlatmakla işin içinden çıkmamız çok zor. Bize
lazım olan irfan, bize lazım olan izan.
Senin gül yüzün hatırına bize lütfetsin Yüce Yezdan.
__oOo__
Bu da eski bir yazı idi.
Sizlerle paylaşmak istedik.
21.04.2013
GARİBCE
Mehtap Kızıltaş Garibce olmasa birçok düşüncem havada kalacaktı. Allah razı olsun Hocam.. Lakin öyle kimseler var ki Rasulun(sallallahualeyhivesellem) sünnetinin bağlayıcılığında bahsettiğiniz bu durumu sanki arada hiç bağ yokmuşcasına günümüzden söküp alıyor. Biliyorum misvaktaki amaç temizlikti ama'' şimdi sen kalkıp onu yaparsan(misvak kullanırsan günaha girersin!'' diyen kimseler tarafından yetiştiriliyoruz..Neymiş efendim zorlukmuş Efendimi (sallallahualeyhivessellim) özledim belki ben bu şekilde anmak istiyorum değil mi hocam? içim acıyor hocam içim bari bu kadar katı olmasınlar.. bilmiyorum derdimi anlatabildim mi ama Rabbim anlaşılmayı nasip etsin..
YanıtlaSilBir deli saçmalamış kırk akıllı kendinden geçmiş
YanıtlaSil