·
·
İnnâ lillah…
· Evet Allah’tan geldik ve yönümüz de yolumuz da Allah’a.
Farkında olsak da olmasak da. Bir gün yolun sonu görünüyor ve vade doluyor.
·
Ahmet Muhtar Büyükçınar hocamız Hakk’a yürüdü.
·
Rahmet diliyoruz.
·
AA verdiği bilgiye göre Hocamız, Mısır'daki El-Ezher
Üniversitesi'nde uzun süre öğrencilik ve hocalık yaptı, DİB Haseki Dini Yüksek
İhtisas Merkezi'nde, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in de
aralarında bulunduğu birçok akademisyen ve alimin yetişmesinde katkısı oldu. 92
yaşında olan mütefekkir Ahmet Muhtar Büyükçınar yaklaşık 10 yıl önce Brucella
bakterisinin yol açtığı rahatsızlık ve ardından yakalandığı parkinson hastalığı
nedeniyle eşiyle ve çevresindekilerle sadece işaretlerle anlaşabiliyordu.
Gönüllü hizmetlerinin dışında, Haseki
Dini Yüksek İhtisas Merkezi'nde Arapça, Tefsir ve Hadis öğretmenliği de yapan
mütefekkir ömrünü ilme adayan biriydi.
Biz hocayla Haseki’de tanışmıştık.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en önemli ve kalıcı hizmetlerinden biri olan
Haseki’de hoca hocalık yapıyordu.
Biz üçüncü dönem kursu öğrencileriydik.
Değerli İstanbul müftümüz Rahmi Yaran, İbrahim Tüfekçi, Konya müftümüz Şükrü
Özbuğday vb. aynı sınıftaydık. Hoca bize daha çok hadis dersine gelmişti ve Ebu
Davud’un Sünen’ini okutmuştu.
Hocanın hayatı maceralarla dolu. Hayatını
anlatan hatıratı da yayınlandı.
Ezher dönüşü diplomalarının geçerli
olmaması yüzünden konfeksiyonculuk yapmış ve elli kadar işçisi olduğu bir
sırada kendisini Haseki vesilesiyle ilme vermek üzere her şeyini terk ederek hayatının
anlamı olan hocalığa vermişti. Ona bu imkanı sunanları teşekkürle anmak
gerekir.
Bizim tanıştığımız yıllarda hoca altmış
beşli yaşlarda olmalıydı. İri ve ağarmış değirmi gür sakalı ile, ışıl ışıl
gözleriyle ama sakin konuşmasıyla hatırlarım ben hep hocayı.
O zamanlar Haseki’nin üç sütunu vardı.
Halil Günenç, Mehmet Savaş ve Ahmet Muhtar Büyükçınar.
Hepsinin de ilmi müsellemdi ve her
birinin kendine has özellikleri vardı.
Savaş hocayla dersin tadı çıkarılırdı.
Halil Günenç hoca ile yol alınırdı.
Büyükçınar hoca ile de hayat tanınırdı.
Hoca ilim adına kîl ü kâle fazla
iltifat etmezdi. Hadis okuturken falanca Şârih şöyle demiş filanca böyle demiş
türünden ilim zannedilen bir yaklaşıma fazla değer atfetmezdi. O kendi okur ve
kendi yorumlar yapardı.
Bu yüzden bazı ilim namına kîl ü kâl
meraklıları hocayı pek tutmaz, üstelik beni de hoca aleyhine kışkırtmak
isterlerdi. Ben niye hocaya karşı çıkaydım ki. Çünkü benim en çok istifade
ettiğim zat bu hocaydı. Evet öbürlerinin belki ilimleri daha fazla idi, ama ben
hocadan hayatı öğreniyordum, önümüze bilgi yanında hoca yeni ufuklar açıyordu.
Dolayısıyla hoca demek benim açımdan daha çok ufuk demekti.
Bilgiye nasıl olsa adresini bilirsen
ama şurada ama burada, ama bugün ama yarın ulaşabilirsin. Ama ufuk öyle değil. İnsanın
hayat tecrübesinin olması ve farklı pencerelerden bakabiliyor olması son derece
önemli bir şey ve ben hocada o farklılığı görüyordum ve o açıdan da istifadem
bir hayli fazla olmuştu. Öyle olduğu içindir ki Garibce müdavimleri yazılarımda
sık sık Hoca’ya atıfta bulunduğumu bilirler.
Bununla birlikte ilginç bir biçimde
sadece hocadan öğrendiğim ve daha bir yerde görmediğim ve okumadığım bilgi ve
kaideler de vardır. Vasıl hemzesinin okunmayacağını, el takısı ile birleşmesi
halinde lamın kesre ile harekelenek geçilmesi gerektiğini ben ilk kez hocadan
öğrenmiştim Keza Vasat kelimesinin okunuşu ile ilgili “es-Sâkin müteharrik ve
ve’l-müteharrik sâkin” şeklindeki kaideyi de ilk ve son kez hocadan duymuştum. Diyeceğim
o ki hocanın böyle kendine has ilginç yönleri de vardı.
Hoca ufuktu dedik ya, gerçekten de öyle
idi. İstanbul İmam Hatipten özel olarak yetiştirdiği çok sayıda talebesi vardır
ve bunlardan birçoğunu hoca balık verme yerine balık tutmasını öğretme
başarısını da göstermiştir. Telif ve tercümede onlara yol açmıştır.
Hoca cömertti de. Evinde yemiş olduğumuz
bizzat kendisinin yapmış olduğu Buhara pilavının tadı hala damağımızdadır. Hoca
tatlı ustasıdır da aynı zamanda.
Hoca ile Haseki’nin kapalı avlusunda teneffüste
ayak üstü sohbetlerimiz de olurdu. Hoca tasavvufla da ilgili idi. Son derece farklı
ileri ve açık görüşleri yanında yaşantısı da farklıydı.
Muhtemelen bazı fikirleri diğer
hocaları rahatsız ediyordu ve mesela hocalardan biri (ismini vermeyelim) “Kardeşim!”
diyordu. “Adama bir şey diyeceğiz, ama yaşantısına bakınca diyemiyoruz. Adam
çoğu gün oruçlu, abur cubur hiçbir şey yemez, fazla konuşmaz, kendi tefekkür
aleminde…!” Gerçekten de hoca, o yaşlarda elinde küçük bir Mushaf teneffüs
aralarında sırtını duvara dayar ve Kur’an okurdu/ ezberlerdi.
Tasavvufla da ilgisi vardı dedim ya. O
günlerde hep tartışılan bir konuyu kendisine sordum. “Hocam!” dedim. !Bir şeyhe
mürit gidiyor ve sohbet sonrasında “Benim şeyhim, benim kalbimi okuyor ve tam
da benim kalbimden geçenler ve benim ihtiyaçların doğrultusunda konuşuyor”
diyor. Bu nasıl oluyor?”
Hoca: “Hayır bilmez! Dedi. Ama şöyle
olur: Mürit sohbete gelir. Şeyh efendi de sohbet etmek üzere meclise gelir. O
sırada şeyh efendinin kalbine bir konu doğar ve o konu etrafında sohbetini yapar.
Kalbine doğan konu ile müridin içinde bulunduğu durum ise her açıdan değilse de
bir açıdan örtüşür. Bu yüzden de şeyhim benim kalbimde geçeni bildi ve o yüzden
bu konuşmayı yaptı sanır. Bu, tamamen tevafuk şeklinde olur.!”
Doğrusu bu izahı ben o zamanlar çok
tutmuştum. Madem ki bütün kalpler Allah’ın elindedir, eviren de çeviren de
odur. Dolayısıyla tevafuk neden olmasın?
Hoca bizi ilme teşvik eder ve yarının
büyük ilim adamları olacağımızı söylerdi ve bizim de geleceğe böyle bakmamızı isterdi.
Özgüven meselesi hani. Birinde “Yarın demişti ve içimizden birini göstererek “Ebu
Hanife gibi olursun, o zaman…!” Arkadaş hemen hocanın sözünü “Estağfirullah
efendim!” diye kesmişti. Hoca “Bakın bakın! Ebu Hanife gibi olmak istemiyor!”
diye kendine has gülüşü ile talebe arkadaşa takılmıştı.
Hoca bizden büyük ideallerimizin olmasını
isterdi.
Musikiden de anlardı. Birinde birkaç arkadaşa
Kur’an okutmuştu. Bana da okuttu. O gün ben de hakikaten –her zamankine
nispetle- çok güzel okudum. Hoca “Hangi makamdan okudun?” dedi. Meğer ben makam
ile okumuşum. “Hocam!” dedim !ben makamdan ne anlarım, kaptırdım gittim!”. Hoca,
“Yok yok sen rast makamında okudun!” demişti.
Allah rahmet eylesin!
Hoca, benim tefekkür dünyamda yeni
ufuklar açılmasında ve özellikle de katı bir dindarlık anlayışı sahibi olmaktan
kurtulmamda en fazla etkilenmiş olduğum isimlerden biridir.
Kendisine Yüce Allah’tan gani gani
rahmet diliyorum, ailesine ve tüm talebelerine ve sevenlerine başsağlığı
diliyorum.
Dua ile!
07.04.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder