12 Nisan 2013 Cuma

Ya talebe: “Hocam, sana hakkımı helal etmiyorum” derse!




Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın cenaze merasiminde Camide yapılan konuşmalar esnasında Ahmet Özhan şu mealde sözler de etmişti:
“Ben ona rahmet dilerken, hakkımızı helal edelim derken aslında teeddüp ederim. Çünkü aslında onun bize haklarını helal etmesi lazım. Bizim onun üzerinde ne hakkımız olabilir ki?”
Elbette bu söz çok doğru ve yerinde. Ahmet Muhtar Hoca gibi ömrünü İslam’ı yaşamaya ve insanların anlayabileceği bir dil ve hal ile onlara anlatmaya adamış bir hocamızın üzerinde bizim ne hakkımız olabilirdi ki? Bunca talebe yetiştirmiş, bunca insana hayatın içinde bir din öğretmiş, Müslümanlığı sevdirmiş bir hoca efendinin ancak bizim üzerimizde hakkı olabilir.
Durum böyle olmakla birlikte bu söz Ahmet Muhtar Büyükçınar gibi hocalığın bihakkın hakkını verenler için doğru olabilir. Ama acaba bütün hocalar için de durum öyle midir?
Düşünün anne babanız elinizden tutmuş ve sizi mektebe getirmiş, hocaya teslim etmiş, “Hocam bunun eti senin kemiği benim, bunu hem âlim hem de adam et!” demiş. Ocaktan yeni çıkarılmış hâlâ üzerinde toprak eseri olan kocaman bir cevher filizi. Hoca o filizi eline almış, ölçmüş biçmiş tartmış mevcudu bir değerlendirmiş, ondan sonra da yılların tecrübesiyle bu filizden ne çıkar diye hesap etmiş kitap etmiş, onun neye yatkın olduğunu ve bu maldan nasıl bir mücevher çıkarılabileceğini öngörmüş sonra da yılmadan usanmadan en nadide usul ve tekniklerle, en çağdaş araç ve gereçlerle onu işlemeye kendisini adamış ve yıllar sonra o ham malzemeden dünya ölçeğinde bir sanat eseri ayarında bir mücevher ortaya çıkarmış, her güzelin göğsünde taşımaya heves edeceği güzellikte, her gözü alabilecek bir albenide bir eser vücuda getirmiş. Şimdi böyle bir hocanın eli öpülmez de ne yapılır? Böylesi bir hocanın üzerimizdeki hakkı nasıl ödenir? Böyle bir hak, söz ile, “semen-i kalîl” ile hiç ödenebilir mi?
Ama bir de şöyle düşünün: eline aldığı henüz yarı topraklı o malzemeyi takdir edememiş, elması kömür filizi ile karıştırmış, ölçmemiş, tartmamış, kıymetini takdir edememiş, kuyumcu terazisinde tartılacak bir filizi oduncu kantarında tartmaya kalkmış. Kaba saba alet ve edevatlarla yontmaya başlamış ve sonunda o güzelim potansiyel mücevher bu mendeburun elinde heder olmuş gitmiş.
Şimdi sen ol da gel bu adama rahmet oku. Bizim bu oduncu üzerimizde ne hakkımız olabilir ki de? Asıl o bize hakkını helal etsin de.
Hepimiz kendi talebelik tecrübeleriyle nice sözde hocalar yüzünden büyük bir oranda zayiat verildiğini bilir.
Nice bizimle başlayan emsallerimiz vardır, onlar bir güzelin göğsünde bir mücevher gibi olabileceği hayalini, oduncu ya da kömürcünün eline düşmesi sonucu heder olmuş gitmiş, yıllarıyla birlikte hayalleri de yıkılmıştır.
Düşünün şimdi babanız sizi elinizden tutmuş ve mektebe yazdırmış hocanıza “Eti senin kemiği benim demiş”, verilebilecek her şekli almaya, öğretilebilecek her bilgiyi öğrenmeye liyakatlisiniz. Kaba sabasınız ama incelmeye yatkınsınız. Hâlâ tozun toprağın içindesiniz, henüz adap erkan nedir bilmezsiniz, bilgi ise sıfır düzeyindesiniz, sizi teslim alan ve önce içinde bulunduğunuz toz topraktan arındırıp arkasından da yıllar sürecek bir sabır ve azimle sizi bir kuyumcu titizliği ile işleyecek olan daha doğrusu öyle olması gereken adam, oduncu kömürcü marifetiyle, elindeki kazmayla balyozla sizi sözde işlemeye başlamış, kulaklarınızdan sizi kaldırıp, koridora atmış ve süklüm püklüm kalkıp yerinize oturduğunuzda da boynunuzun köküne indirdiği yumruktan balyozla sizi altınıza işetmiş, alamadığı öfkeyle öğrencinin kafasıyla karatahtayı kırmaya çalışmış, yaptığınız her kusuru yüzünüze vurmuş, eksiğinizi kendi kemaline delalet bilmiş, sevdirmemiş nefret ettirmiş, pek çoğununun okuldan kaçmasına sebep olmuş, aradan otuz kırk yıl geçse bile hatırladığınız da hâlâ içinizde kendisine karşı kin ve öfke duyduğunuz sözde hoca asıl mesleği oduncu olması lazım gelen hocalarınız olduysa söyleyin şimdi acaba siz olsanız hakkınızı helal eder miydiniz?! Ya da sizin onun üzerinde acaba hakkınız olabilir miydi?
Bizim fakültede yıllar önce bir talebe bir hocasına gördüğü kötü muamele ve adaletsizlik yüzünden “Hocam, size hakkımı helal etmiyorum!” demiş. Hoca öğretim üyeleri odasına geldi ki köpürüyor… “Ulan bilmem ne! Sen kim oluyorsun da hakkını helal etmiyormuşsun. Sen benim babam mısın, hocam mısın? Senin benim üzerimde ne hakkın olabilir ki?!” Hoca burnundan soluyordu ve epey bir zaman kendisine gelememişti.
Öğrenciyi de tanıyordum ve bana öğrenci haklı gibi geliyordu.
Öğrenci, hoca elinde bir emanet gibi olmalıydı ve geleceğin ilim adamları olarak saygıyı hak etmeliydi. Hatta hele günümüzde ve özellikle de bizim nesillerde herkesin İmam Hatip ve İlahiyat tahsiline yanaşmadığı, birçoklarının bu mektepleri hor gördükleri zamanlarda bu okullarda talebe olmaya talip olmak bile başlı başına bu öğrencilerin saygı görmeyi hak etmelerine yeterli sebep olabilirdi.
Talebelik psikolojisi diye bir şey vardır. Hepimiz talebe olduk. Talebe yeri gelir dersi kaynatmayı sever, talebe imtihanda kolay soru bekler, talebe devam takibinden hoşlanmaz, talebe az sorumluluk verilsin ister. Ama talebe buna rağmen işin farkındadır. Hangi hocanın işi zor tuttuğunu buna rağmen öğrencinin geleceği için çabaladığını takdir eder. Uzun vadede gerçek anlamda saygıyı hak edeni bilir.
Onlar bilsin ya da bilmesin! Ama hocalar olarak bizim onların değerini bilmemiz ve onları zayi etmememiz lazım. Onların tüm kapasitelerini zorlamazsak, onları gelecek için en iyi şekilde hazırlayıp, melekelerini ortaya çıkarıp, geliştirip, ilim ve hikmetle mücehhez kılamazsak, bunlar bize de bir gün yüzümüze ya da yıllar sonra arkamızdan “Sana hakkımı helal etmiyorum hocam!” diyebilirler.
Zaten lisan-ı halleriyle bunu hep söylüyorlardır.
Tabii anlayana!
Dua ile!
12.05.2013
GARİBCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...