Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın cenaze
merasiminde Camide yapılan konuşmalar esnasında Ahmet Özhan şu mealde sözler de
etmişti:
“Ben ona rahmet dilerken,
hakkımızı helal edelim derken aslında teeddüp ederim. Çünkü aslında onun bize
haklarını helal etmesi lazım. Bizim onun üzerinde ne hakkımız olabilir ki?”
Elbette bu söz çok doğru ve
yerinde. Ahmet Muhtar Hoca gibi ömrünü İslam’ı yaşamaya ve insanların
anlayabileceği bir dil ve hal ile onlara anlatmaya adamış bir hocamızın
üzerinde bizim ne hakkımız olabilirdi ki? Bunca talebe yetiştirmiş, bunca
insana hayatın içinde bir din öğretmiş, Müslümanlığı sevdirmiş bir hoca
efendinin ancak bizim üzerimizde hakkı olabilir.
Durum böyle olmakla birlikte bu
söz Ahmet Muhtar Büyükçınar gibi hocalığın bihakkın hakkını verenler için doğru
olabilir. Ama acaba bütün hocalar için de durum öyle midir?
Düşünün anne babanız elinizden
tutmuş ve sizi mektebe getirmiş, hocaya teslim etmiş, “Hocam bunun eti senin
kemiği benim, bunu hem âlim hem de adam et!” demiş. Ocaktan yeni çıkarılmış hâlâ
üzerinde toprak eseri olan kocaman bir cevher filizi. Hoca o filizi eline
almış, ölçmüş biçmiş tartmış mevcudu bir değerlendirmiş, ondan sonra da
yılların tecrübesiyle bu filizden ne çıkar diye hesap etmiş kitap etmiş, onun
neye yatkın olduğunu ve bu maldan nasıl bir mücevher çıkarılabileceğini
öngörmüş sonra da yılmadan usanmadan en nadide usul ve tekniklerle, en çağdaş
araç ve gereçlerle onu işlemeye kendisini adamış ve yıllar sonra o ham
malzemeden dünya ölçeğinde bir sanat eseri ayarında bir mücevher ortaya
çıkarmış, her güzelin göğsünde taşımaya heves edeceği güzellikte, her gözü
alabilecek bir albenide bir eser vücuda getirmiş. Şimdi böyle bir hocanın eli
öpülmez de ne yapılır? Böylesi bir hocanın üzerimizdeki hakkı nasıl ödenir?
Böyle bir hak, söz ile, “semen-i kalîl” ile hiç ödenebilir mi?
Ama bir de şöyle düşünün: eline
aldığı henüz yarı topraklı o malzemeyi takdir edememiş, elması kömür filizi ile
karıştırmış, ölçmemiş, tartmamış, kıymetini takdir edememiş, kuyumcu
terazisinde tartılacak bir filizi oduncu kantarında tartmaya kalkmış. Kaba saba
alet ve edevatlarla yontmaya başlamış ve sonunda o güzelim potansiyel mücevher
bu mendeburun elinde heder olmuş gitmiş.
Şimdi sen ol da gel bu adama rahmet
oku. Bizim bu oduncu üzerimizde ne hakkımız olabilir ki de? Asıl o bize hakkını
helal etsin de.
Hepimiz kendi talebelik
tecrübeleriyle nice sözde hocalar yüzünden büyük bir oranda zayiat verildiğini
bilir.
Nice bizimle başlayan
emsallerimiz vardır, onlar bir güzelin göğsünde bir mücevher gibi olabileceği
hayalini, oduncu ya da kömürcünün eline düşmesi sonucu heder olmuş gitmiş, yıllarıyla
birlikte hayalleri de yıkılmıştır.
Düşünün şimdi babanız sizi
elinizden tutmuş ve mektebe yazdırmış hocanıza “Eti senin kemiği benim demiş”,
verilebilecek her şekli almaya, öğretilebilecek her bilgiyi öğrenmeye
liyakatlisiniz. Kaba sabasınız ama incelmeye yatkınsınız. Hâlâ tozun toprağın
içindesiniz, henüz adap erkan nedir bilmezsiniz, bilgi ise sıfır
düzeyindesiniz, sizi teslim alan ve önce içinde bulunduğunuz toz topraktan
arındırıp arkasından da yıllar sürecek bir sabır ve azimle sizi bir kuyumcu
titizliği ile işleyecek olan daha doğrusu öyle olması gereken adam, oduncu
kömürcü marifetiyle, elindeki kazmayla balyozla sizi sözde işlemeye başlamış, kulaklarınızdan
sizi kaldırıp, koridora atmış ve süklüm püklüm kalkıp yerinize oturduğunuzda da
boynunuzun köküne indirdiği yumruktan balyozla sizi altınıza işetmiş, alamadığı
öfkeyle öğrencinin kafasıyla karatahtayı kırmaya çalışmış, yaptığınız her
kusuru yüzünüze vurmuş, eksiğinizi kendi kemaline delalet bilmiş, sevdirmemiş
nefret ettirmiş, pek çoğununun okuldan kaçmasına sebep olmuş, aradan otuz kırk
yıl geçse bile hatırladığınız da hâlâ içinizde kendisine karşı kin ve öfke
duyduğunuz sözde hoca asıl mesleği oduncu olması lazım gelen hocalarınız
olduysa söyleyin şimdi acaba siz olsanız hakkınızı helal eder miydiniz?! Ya da
sizin onun üzerinde acaba hakkınız olabilir miydi?
Bizim fakültede yıllar önce bir
talebe bir hocasına gördüğü kötü muamele ve adaletsizlik yüzünden “Hocam, size
hakkımı helal etmiyorum!” demiş. Hoca öğretim üyeleri odasına geldi ki
köpürüyor… “Ulan bilmem ne! Sen kim oluyorsun da hakkını helal etmiyormuşsun.
Sen benim babam mısın, hocam mısın? Senin benim üzerimde ne hakkın olabilir ki?!”
Hoca burnundan soluyordu ve epey bir zaman kendisine gelememişti.
Öğrenciyi de tanıyordum ve bana
öğrenci haklı gibi geliyordu.
Öğrenci, hoca elinde bir emanet
gibi olmalıydı ve geleceğin ilim adamları olarak saygıyı hak etmeliydi. Hatta
hele günümüzde ve özellikle de bizim nesillerde herkesin İmam Hatip ve İlahiyat
tahsiline yanaşmadığı, birçoklarının bu mektepleri hor gördükleri zamanlarda bu
okullarda talebe olmaya talip olmak bile başlı başına bu öğrencilerin saygı
görmeyi hak etmelerine yeterli sebep olabilirdi.
Talebelik psikolojisi diye bir
şey vardır. Hepimiz talebe olduk. Talebe yeri gelir dersi kaynatmayı sever,
talebe imtihanda kolay soru bekler, talebe devam takibinden hoşlanmaz, talebe
az sorumluluk verilsin ister. Ama talebe buna rağmen işin farkındadır. Hangi
hocanın işi zor tuttuğunu buna rağmen öğrencinin geleceği için çabaladığını
takdir eder. Uzun vadede gerçek anlamda saygıyı hak edeni bilir.
Onlar bilsin ya da bilmesin! Ama hocalar
olarak bizim onların değerini bilmemiz ve onları zayi etmememiz lazım. Onların tüm
kapasitelerini zorlamazsak, onları gelecek için en iyi şekilde hazırlayıp,
melekelerini ortaya çıkarıp, geliştirip, ilim ve hikmetle mücehhez kılamazsak,
bunlar bize de bir gün yüzümüze ya da yıllar sonra arkamızdan “Sana hakkımı
helal etmiyorum hocam!” diyebilirler.
Zaten lisan-ı halleriyle bunu hep
söylüyorlardır.
Tabii anlayana!
Dua ile!
12.05.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder