29 Ocak 2013 Salı
Ezanlarımız mı hayata uyamadı? Yoksa hayatımız mı kaydı?
Galatasaray
Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi'nde eğitim görmüş, Paris'te Sinema ve Plastik
Sanatlar bölümünü bitirmiş, ödüllü filmler çekmiş yönetmen Reha Erdem’e (d. 1960,
İstanbul) Lezgîn Mêrdînî (el-Gezgin) şöyle bir soru yöneltmiş.
“Filmleriniz
modern ve seküler yaşamı yansıtan filmler, ama dikkat ettim hemen hemen tüm
filmlerinizde ezan sesi var ve çok güzel bir ezan sesi, bunun özel bir sebebi
var mıdır sizin için?”
Gülümsemiş
ve sonra cevaplamış: “Yani öncelikle sizin kavramlarınızla konuşacak olursak
evet modern ve seküler bir hayatta yaşıyoruz ve maalesef bu hayatta Allah’a yer
yok. Şöyle ki; bir bankada veya herhangi başka bir işte çalışıyorsunuz ve
işveren sizden sekiz saat aralıksız çalışmanızı istiyor. Bu durumda size “öte
dünyayı” hatırlatacak bir şeye fırsat bulamıyorsunuz. Oysa ezan sesi, günde beş
vakit, bize “hey durun, bunun dışında bir hayat var” diyor. Bizi Allah’a
çağırıyor. Bu küçüklüğümden beri ilgimi çeken bir olay. Hatta ben seslere
özellikle dikkat ederim, bazen arkadaşlarıma sorarım, duydunuz mu diye? Yani bu
böyle bir şey ve ben bilerek koyuyorum, istemesek bile hayatımızda var olan bir
şey bu…”
Farklı
pencerelere sahip olabilmek hayatı tüm yönleriyle tanıyabilmenin ön şartı gibidir.
Benim
el-Gezgin lakabını takmış olduğum Lezgin bir şey görüyor ve nedenini soruyor.
Yönetmen de kendi zaviyesinden bakıyor, hayatta var olan ezanın çektiği filmde
de olması gerektiğini düşünüyor.
Ezan
bizi günde beş defa Allah’a çağırıyor, bu modern hayatın dışında
da bir hayatın var olduğunu hatırlatmaya çalışıyor.
Algıda
seçicilik diye bir şey vardır. Hayatın dağdağası içinde ezanı herkes
duymayabilir. Kimi duyar. Kimi duyar ve dinler. Kimi duyar ve ezan yüreğinde
bir esinti oluşturur ve geçer. Kimisi için ise ezan kendine gelmesini sağlayan
ve kulak vermenin ötesinde icabet de edilmesi gereken bir çağrıdır.
Ezan
munis bir insan sesidir.
Ezan
insan diliyle yapılan bir çağrıdır.
Ezan
ağızdan kulağa, gönülden kalbe yol bulabilen bir sedadır.
Bunların
yanında ezan doğal vakitlerle de ilgilidir.
Işıma
başlar, doğa tümüyle uyanır, horozlar öter, tüm canlılar rızıklarını aramaya
koyulur. Horozların ötmesiyle ezanlar da yükselir.
Gün
ortası gene tabii bir vakittir; karın doyurma ve yorgunluktan dinlenme
vaktidir.
İkindi
vakti de bir tür atıştırma ve ara dinlenme zamanıdır.
Güneşin
batışıyla akşamın olması da gene doğal bir vakittir.
Doğal
yaşamda gün yirmi dört saat değildir. Ortalık ışıyınca başlar ve kararınca sona
erer.
Güneş
battıktan sonra henüz işler çıplak gözle tamamlanacak kadar bir süre hayat daha
devam eder.
Güneşin
batışının ardından nihayet bir-bir buçuk saat gibi bir zaman sonra ortalık
iyice kararır ve tüm doğa uykuya çekilir. İnsanlar da artık işlerini bitirmiş
olurlar. Yemeklerini yiyip, dinlenmek ve yarın ertesi günü için dinç bir
şekilde kalkmak üzere uykuya çekilirler.
Işıyınca
ışıma/ kalkış namazı, gün ortasında dinlenme namazları, gün batışı ve yatış
namazları…
Dikkat
edilirse bunların beşi de doğal vakitlere bağlı namazlardır. İhtiyaç yahut
zaruret hallerinde –hacda ve yolculuk gibi durumlarda- bu beş vakti üç vakitte
toplamak (cem) da mümkündür: Sabah, gün ortası (öğle ve ikindi) ve akşam (akşam ile yatsı). Bu da gösteriyor ki
ezanlarımız ve namazlarımız tamamen doğal yaşamı esas alan bir anlayış üzerine
oturtulmuş bulunmaktadır.
(Bu
izahların kış-yaz ve gece-gündüz farklarının anormal sayılabilecek iklimlerle
ilgili olmadığı hatırda tutulmalıdır).
Buna
göre sade ve doğal bir hayat sürmek isteyenlerin sühuletle benimseyebileceği
bir zaman cetveli söz konusu olmaktadır.
Işımaya
başlayınca başlayan ve karanlık basınca da sona eren bir hayat, ne kadar
yaşanabilir ve sade bir hayat olurdu!
Gel
gör ki biz günü yirmi dört saate çıkarmışız ve başlangıcını da gecenin körü
(24.00) kabul etmişiz. Dur durak bilmez bir koşuşturmaca ile yirmi dört saati
üçe bölmüş ve üç vardiya hiç durmadan çalışma hayatı içine girmişiz. Kimimiz
yorgun argın ve aç olarak evine dönerken kimimiz de karnımızı doyurmuş olarak
iş başı yapmak üzere evden çıkar durumdayız.
İşte
böylesi bir dünyada üç temel ve ayrıntıları ile beş vaktin anlamı
kalmamaktadır.
Düşünün
şimdi: Işımış, güneş doğmuş insanlarımız hala yatakta. Niye? Çünkü mesai saatinin
başlamasına daha birkaç saat var. Sonra güneş batmış, ortalık iyice kararmış
adam hala işbaşında. Niye? Çünkü daha mesai saatinin bitmesine birkaç saat var.
Sabahın
aydınlığı yatakta geçerken, gecenin karanlığında sanal ışıklarla hayat devam
ediyor.
Yatsı
namazı vakti olmuş, haydin artık namazınızı kılın ve yatın anlamında ezan
okunduğu bir sırada insanlar hala o günü bitirmiş değiller, hala mesainin
dolması için beklemedeler. Bu insanların eve dönmeleri, yemeklerini yiyip,
dinlenmeleri ve eğer namazlarını da kılıyorlarsa kılmaları gece bir yarılarına
kadar sürmektedir. Saat 10.30, 11.00 gibi sularda yatanlara kuşlar gibi
erkenden tüneme takılmaları olmaktadır.
Bütün
bunlardan anlaşılıyor ki ezanlar okunuyor olsa da hatta filmlerde bile yer
bulsa da hayatla at başı gitmiyor. Ezanlar, modern ve yaşanan hayata inat, ayrı
bir kulvarda alternatif bambaşka bir hayatı işaret ediyor. Bambaşka dediğimiz
hayat aslında olması gereken hayat. Çünkü doğal olanı o. Bununla birlikte bu
işaret edilen hayatı hala sürdürebilenler artık sayılara gelebilecek kabilden.
Söz
gelimi sabah namazı cemaatleri artık saf sayılarıyla değil, namaza gelenlerin
sayılarıyla ifade ediliyor.
Cumalar
kalabalık olmasına rağmen hayata katılanların tümü dikkate alındığı zaman
katılım oranı gene çok yüksek değildir. Çünkü cumalara toplanan bunca cemaate
rağmen dışarıdaki hayat aksamadan yürümeye devam edebiliyor.
Mesailerimiz
de ezanlar gibi doğal vakitleri esas alsa, tatilimiz Cuma olsa yapılan
çağrıları duyup da icabet edenlerin sayısı aynı mevcut saiklerle en az birkaç
kere katlanacaktır diye düşünüyorum.
Şimdi
soru şu: Acaba ezanlarımız mı hayata uyamadı? Yoksa hayat mı doğallığını
kaybetti ve olması gereken tabii mecrasını şaşırdı?
Allah
şaşırtmasın!
29.01.2013
GARİBCE
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder