2 Ocak 2013 Çarşamba

Bir yeni yıl ver, ilk günü tatil olsun!


Yeni yılda da gücük gücükler inekler bicikler…

Hocanın biri minberde bir kabahat işlemiş. Utancından yerlere geçmiş ve kimsenin yüzüne bakamaz olmuş. Bakmış olacak gibi değil, tası tarağı toplamış, sarığı cübbeyi heybesine koymuş ve terk-i diyar etmiş. Aradan on- on beş yıl geçmiş, demiş kendi kendine “Herhalde artık unutulmuştur, şunun şurasında işlenen bir kabahat ve üzerinden yıllar geçti. Gidip eş dost ziyarette bulunayım, hani bayağı da özlemişimdir!” demiş ve dediğini de yapmış ziyaret üzere köye gitmiş. Köyün girişinde on on beş yaşlarında bir çocuk görmüş, “Evladım! De hele senin adın ne, kaç yaşındasın, kimlerdesin?”
Çocuk, “Amca!” demiş “Benim adım Dursun, yaşımı bilmiyorum ama bizim hocanın minberde kabahat işlediği sene doğmuşum…”
Hoca bakmış unutulma şöyle dursun, tarih başlangıcı yapmışlar.
İnsanlar, mücerret (soyut) bir kavram olan zamanı zihinlerinde algılayabilmek için böylesine müşahhas (somut) olayları milad (başlangıç) yaparlar.
Hz. Peygamber’in doğumu da Fil yılındadır. Malum Ebrehe, Yemen’de inşa ettiği kendi kilisesini terviç amacıyla, şöhretine engel gördüğü Kabe’yi yıkmak için, önünde fillerin de bulunduğu büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürümüş, fakat muvaffak olamamış Ebabil kuşlarının attıkları siccîl taşlarıyla yer ile yeksan olmuşlardı. İşte bu büyük olay, o zamanlar tarih için bir milad olmuştu.
Bir sinek bir kartalı Salladı vurdu yere 
Yalan değil gerçektir Ben de gördüm tozunu 
İlk başta Müslümanlar değişik ülkelere göçmüşler ve sonunda da topyekun Yesrib’e hicret etmişler ve orasını Medinetü’n-Nebî daha sonra kısaca Medine (Müslümanlar nezdinde tam adıyla el-Medîne el-Münevvere) kılmışlar ve yeni bir tarih yazımına başlamışlardı. Halife Ömer, bu olayın yeni bir doğuş (milad) olduğunu görmüş ve Müslümanların tarihini hicret ile başlatmıştı.
Artık hicretten önce, hicretten sonra şeklinde tarih düşülmeye başlanmıştı. Bu durum asırlar boyu devam etmişti. Müslümanlar ikbal dönemlerinde bu takvimi iftiharla kullanmışlar ve herhangi bir sıkıntı duymamışlardı. Tanzimat’la birlikte takvimler çeşitlenmeye başlamıştır:
Halihazırda çeşitli takvimler kullanmaktayız:
1. Hicrî kamerî takvim. Bugün için 20 Safer 1434
2. Hicrî Şemsî Takvim: Buna Rûmî takvim de denir: 20 Kanun-ı evvel 1428
3. Miladî takvim: 02 Ocak 2013
1. Hicrî kamerî takvim: Hz. Ömer tarafından Hicret'in 17. yılında alınan kararla Hicret'in olduğu sene başlangıç yılı ve o yılın muharrem ayı da (16 Temmuz 622) Hicri Kameri Takvim'in yılbaşısı kabul edilmek suretiyle oluşturulmuştur. Ayın hareketleri esas alınan bir takvimdir. Ay, dünya etrafında 12 defa döndüğü zaman bir kameri sene olur ve 354.367 gündür (354 gün 8 saat 48 dakika 34.68 saniyedir).
2. Hicrî Şemsî (Rumi) Takvim; Miladi 1840 - Hicri 1256 yılına kadar Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretini başlangıç kabul eden ve ayın dünya çevresinde dolanımını esas alan 354.367 günlük Kameri Takvim sistemi üzerine, Miladi 1840 - Hicri 1256 yılından itibaren de dünyanın güneş etrafında dolanımını esas alan 365.2422 günlük Şemsi Takvim sistemi üzerine kurulmuş karma bir takvim sistemidir.
3. Milâdî takvim: Güneş takvimi: 13. Papa Gregorius’un emriyle 1582 yılında Jülyen Takvimi'nde reform yapılmış ve düzenleme sonucu bazı değişiklikler yapılmış ve Hz. İsa’nın doğumunu takvim için (Milad) başlangıç olarak kabul edilmiştir. Sonuçta bu takvim Hıristiyanlık dünyasında ve zamanla dünyanın büyük bir çoğunluğunda kabul görmüştür.
Dünya, güneş etrafında bir defa döndüğü zaman bir miladi sene olur ve Gregoryen Takvimi'ne göre bir yılın ortalama süresi 365.2425 gündür.
Gregoryen takvimindeki; mart, mayıs ve ağustos ay adları Roma, şubat, nisan, haziran, temmuz ve eylül ay adları Süryani, ekim, kasım, aralık ve ocak ay adları ise Türkçe kökenlidir.
Osmanlı döneminde 8 Şubat 1332 tarih ve 125 sayılı kanunla Jülyen Takvim esaslı Rumi Takvim yürürlükten kaldırılarak, Gregoryen Takvimi'ne geçilmiştir.
125 sayılı Kanunun uygulaması söyle olmuştur:
a) 15 Şubat 1332 tarihini 1 Mart 1333 (miladi 1917 yılı) günü takip etmiş, böylece tarihten 13 gün silinerek gün sayısındaki hata düzeltilmiştir (sıfırlanmıştır).
b) 1333 Rumi yılı teknik sebeple 1 Mart'tan başlamakla beraber 10 ay devam ederek, 31 Kanunievvel (Aralık) 1333 (miladi 1917) günü sona ermiş ve 1 Kanunusani (Ocak) 1334 =1 Kanunusani (Ocak) 1918 olarak başlatılmıştır. 1840 yılından beri Jülyen usulüne göre yürüyen mali ve resmi muamelattaki tarihi kayıtlar, 1918 tarihinden itibaren Gregoryen usulüne göre devam ettirilmiş ve yılbaşı 1 Ocak tarihine alınmıştır. 1334 Rumi (1918 Miladi) yılından itibaren, Rumi ve Miladi takvimlerdeki ay ve gün farkı kalmamış aynı olmuştur. Artık sadece sene farkı vardır (584 yıl).
Cumhuriyette Miladi takvime 26 Aralık 1925de geçildi. 1 Martta başlayan Mali takvim uygulaması ise 1983e kadar devam etti.
Halk arasında baba hesabı olarak bilinen takvim miladî takvimden on üç gün sonra gelir. Bu farklılık, yapılan resmî tadilatın halk nezdinde fazla yer etmediğini gösterir. Ayların adı da farklıdır.
Ocak    =          Zahmeri ( aslı Zemheri ),
Şubat   =          Gücük (güdük yani ),
Mart    =          Mart,
Nisan   =          Abrıl,
Mayıs  =         Mayıs,
Haziran =        İlk Temmuz,
Temmuz =       Orta Temmuz,
Ağustos =        Son Temmuz,
Eylül    =          İlk Güz,
Ekim    =          Orta Güz,
Kasım =          Son Güz,
Aralık =          Garaaş (aslı Karakış)
Aylar, mevsimleri ve hava durumunu da bildirecek şekilde isimlendirilir ya da nitelendirilirdi.
Garaaş (Karakış)
“Gücük gücükler inekler bicikler”.
“Mart martlar tavuklar yumurtlar”. “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır”
“Kork abrılın beşinden, camızı ayırır eşinden!”
Haziran, bozaran.
Yeni karşılıklar olarak da öneriler olmuş:
Temmuz: Biçim
Ağustos: Derim
Eylül: Verim
Ekim: Ekim
Daha önce ay ve gün hesabıyla Gregoryen takvimine geçildiğine göre 1926 yılındaki devrim, sadece yıl ile sınırlı olmuştur.
Batı’nın her alanda güçlü hale gelmesi sonucunda, diğer milletler kendilerini Batı’yı dikkate alarak hizaya sokmuşlar, bunun sonucunda biz de takvim de dahil olmak üzere tatil günlerini, alfabeyi, ölçü ve tartı birimlerini… vb. olduğu gibi onlardan almıştık. Artık biz de böylece Batılı olmuştuk. (Bu arada mesela İngilizlerin hâlâ kendi ölçü birimlerini kullanmaya devam ettiklerini de hatırlayalım. Uzunluk birimleri olarak inç, yarda, mil, kara mili, deniz mili vs.; hacim olarak galon, ons, pint vs. ve kütle olarak libre, pound vb. gibi )
Ama unutulan bir şeyler vardı galiba. O da milletin bu değişimlere ayak sürümesi ve göbek bağı ile bağlı olduklarına inandıkları değerlerine sahip çıkmaları idi.
Onlarca sene geçti, bu devrimlerden kimi tuttu kimi ise tutmadı.
Suyu, dağdan aşırmak olası değil, onun işi kendisine enginlerde bir yatak bulmak ve oradan akıp gitmek. O anlamda suyu sonsuza dek kimse tutamaz. Erinde geçinde o yatağını bulur, tabii seyri içinde akar gider.
Bu bağlamda bizim şu ya da bu takvimle esasta bir sorunumuz olmaz. İbadetlerimizi hicrî-kamerî takvimle yapıyoruz, o yüzden de ayın hareketlerini esas alan bu takvimle bağımız hiç kesilmeden elbette devam edecektir. Güneşin hareketlerini dikkate alan yıl hesabına gelince, bunda başlangıç ha milad olmuş, ha başka bir olay olmuş doğrusu çok da önemli değil.
Yalnız bir senkronize sorunu olabilmektedir.
Söz gelimi biz İmam-Hatip ve İslamî İlimlerde, bugün için İlahiyat fakültelerinde İslam’ı ve tarihini hicrî takvim üzerinden tahsil ve tedris ediyoruz. Osmanlı’ya gelince Miladî takvim devreye giriyor. Öğrenci bu arada bir kopukluk hissediyor ve kolay kolay aradaki yüzlerce senelik kopukluğu zihninde vehle-i ûlâda gideremiyor. Endülüs Emevî tarihini (yıkılış tarihi: 1492) hicrî tarihle okumuşsa ve Osmanlı tarihini (İstanbul’un fethi 1453) de Miladî tarihle okumuşsa bunların eş zamanlı bir arada varlıklarını sürmüş olabilecekleri, birinin kuruluş ve yükseliş dönemleriyle ile diğerinin düşüşünün aynı zamana denk geleceği imkanını öğrenci kendiliğinden zihninde canlandıramıyor. Tarihe iki ayrı zaman tünelinden gidiliyor ve bunlar birbirinden ayrı imiş gibi oluyor. İkiye bölünmüşlük yaşanıyor.
Bunun dışında yılbaşının Milâd esas alınarak belirlenmesinin Garibce nazarında dinî bir sakıncası yoktur. Bu tamamen baskın kültürün dünya ölçeğinde bir hegomanyasından başka bir şey değildir. Bugün Latin harflerini kullanıyoruz ve alıştık ve benimsedik de. Arap harflerine göre birçok konuda üstünlüğü de vardır denilebilir de. Söz gelimi Arap harflerinde sesli harfler yoktur, bu harekelerle karşılanır. O yüzden özellikle bir kalıba dahil olmayan yabancı isimlerin Arap harfleriyle yazılmış olması halinde doğru okunabilmesi çok çok zordur ve hatta bazen imkansızdır. Oysa Latin harfleri böyle bir iltibasa imkan vermez. İdeolojik davranmayıp da işin hakikatini kavrayanlar Latin alfabesini -eksik bir kaç harf eklenmesiyle- bizim ihtiyacımızı karşılamaya yeterli görebilirler.
Bu devrimlerden bazıları da var ki sadece Kanunlarda yer almış ama gerçek hayatta karşılık bulamamıştır.
Şimdilerde, yılbaşı kutlamalarını dinsel görüp bir tepki ile dinsel içerikli alternatif kutlamalara heves eden gruplar vardır. Garibce nazarından bu tepkisel tavır da uygun değildir.
Baskın kültüre karşı çıkmak, aynı günü bir başka şekilde kutlama ile olmamalı. Hele bir de esasen onda olmayan bir özellik yükleyerek, o günü kutlamanın küfürle özdeş olacağı gibi olumsuz yüklemeler ile bu hiç olmamalıdır.
Bugün yılbaşı kutlamalarının belli bir din ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Ama bir olgu olarak bu kutlamalar, “Tarihin Sonu” gibi lanse edilen baskın Batı kültürünün yerel dünya kültürleri üzerinden bir silindir gibi geçmesi ile eş anlamlıdır.
Bütün dünya milletleri bu silindirin üzerinden geçmelerinin ardından aynaya bakıyorlar da artık kimin kim olduğu ayrılamaz oluyor. Böylece tüm dünya halkları bir birine ala kargaların birbirine benzedikleri gibi benzer hale geliyorlar.
“Farklılıklarımız zenginliklerimizdir” şeklindeki sözlerin bir slogandan öteye meğer hiçbir gerçekliğinin olmadığını bu şekilde bir daha iyi anlıyoruz.
Bizi biz yapan değerler, bizim görünür yüzümüz değil, o yüzün arkasındaki özümüz olmalıdır.
O özü beslemek ve geliştirmek ise bu küresel silindirin altından pestil gibi çıkmak değil, daha başka şeyler olmalı.
Bu, Batının ölçerlerinin henüz daha ölçemediği bambaşka değerler ile olmalı.
Bunların başında da özgürlük teraneleri ile boynumuza geçirilen Batı’ya ubudiyet boyunduruğunun atılması, boğazımıza geçirilen tutsaklık halkasından kurtulma olmalıdır.
Bu ise ancak ve ancak Allah’a kulluk ile, zoraki kulluktan gönüllü kulluğa yükselmekle olabilecek bir şeydir.
Çünkü Allah’a kul olan kişi ancak gerçek anlamda özgürlük düzlüğüne çıkabilir.
Onlar, kulluğumuzu özgürlüğümüze en büyük engel görürler ve bu onların açısından doğrudur. Çünkü onların bu gibi değerleri ölçebilecek değer ölçerleri yoktur. Bu değerler onların ne kilolarıyla, ne litreleriyle ne de metreleriyle ölçülebilir. Hangisine vursan hepsinde de sıfır çıkar.
O yüzden siz yüzünüzü özünüze çevirin, özünüzü de sadece O’na!
Yıl bitmiş, yenisi başlamış. Garibce’nin neyine!
Hele yılın başında tatil yapmak, benim neyime.
Yıl boyu çalıştık ve bu gün yılın son günü: Bu gün işi bırakalım ve yıl boyu yaptığımız işlerin bir muhasebesini yapalım ve önümüzdeki yıla neleri yetiştirdik, neleri aktardık, neler yapmamız gerekecek… şeklinde bir anlayışla yılın son günü tatil yapılsa az çok anlarım. Ama henüz başladığımız bir yılın ilk gününün tatil yapılması benim Garibce aklıma bir türlü yatmıyor. Avantaya alışmış bir millet. Daha işi yapmadan, hatta işi görmeden avans istiyor. Beleşçi millet, hak etmeden ne verilirse alıyor, bunun bir götürüsünün olabileceğini hiç mi hiç hesaba katmıyor.
“Haram helal ver Allah’ım Senin kulların yer Allah’ım” hesabı tatil olsun da ne olursa olsun, nasıl olursa olsun. İsterse daha hiçbir gününde çalışmadığımız senenin başında olsun… Biz onu güzelce bir geçiririz, izahı için de sen bizden yeter ki kılıf iste, nasıl olsa ona da bir izah kılıfı buluruz.
Bu işleri biz iyi biliriz.
Allah’ım, bütün günlerimizi, bütün haftalarımızı ve aylarımızı, bütün yıllarımızı mübarek eyle. Ömrümüze bereket ver! İşlerimizi asan eyle. Hesabını veremeyeceğimiz tek bir günü geçirmemize fırsat verme! Sen bu yılda da bize sahip ol! Bizi kendi halimize koma!

02.01.2013
GARİBCE

1 yorum:

  1. Salih Tuğ: Garipçe kardeşim ! Bir tv yayınından anladığımıza göre bir yılda 126 gün tatil yapıyormuşuz , hafta sonları da dahil . . .yani kabaca tam üç ay ! Hiç göze çarpmıyor değil mi ? ! Sen şimdi kalkıp bir gün daha buna katmak istiyorsun. . . Garipsen garipliğini bil ! Garip garip her şeye burnunu sokma , e mi ?

    Mehmet Erdoğan: Başım gözüm üstüne hocam.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...