Yeni yılda da gücük gücükler inekler bicikler…
Hocanın biri minberde bir kabahat işlemiş. Utancından yerlere geçmiş ve
kimsenin yüzüne bakamaz olmuş. Bakmış olacak gibi değil, tası tarağı toplamış,
sarığı cübbeyi heybesine koymuş ve terk-i diyar etmiş. Aradan on- on beş yıl
geçmiş, demiş kendi kendine “Herhalde artık unutulmuştur, şunun şurasında
işlenen bir kabahat ve üzerinden yıllar geçti. Gidip eş dost ziyarette
bulunayım, hani bayağı da özlemişimdir!” demiş ve dediğini de yapmış ziyaret
üzere köye gitmiş. Köyün girişinde on on beş yaşlarında bir çocuk görmüş, “Evladım!
De hele senin adın ne, kaç yaşındasın, kimlerdesin?”
Çocuk, “Amca!” demiş “Benim adım Dursun, yaşımı bilmiyorum ama bizim
hocanın minberde kabahat işlediği sene doğmuşum…”
Hoca bakmış unutulma şöyle dursun, tarih başlangıcı yapmışlar.
İnsanlar, mücerret (soyut) bir kavram olan zamanı zihinlerinde
algılayabilmek için böylesine müşahhas (somut) olayları milad (başlangıç)
yaparlar.
Hz. Peygamber’in doğumu da Fil yılındadır. Malum Ebrehe, Yemen’de inşa
ettiği kendi kilisesini terviç amacıyla, şöhretine engel gördüğü Kabe’yi yıkmak
için, önünde fillerin de bulunduğu büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürümüş,
fakat muvaffak olamamış Ebabil kuşlarının attıkları siccîl taşlarıyla yer ile
yeksan olmuşlardı. İşte bu büyük olay, o zamanlar tarih için bir milad olmuştu.
Bir
sinek bir kartalı Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir Ben de gördüm tozunu
İlk başta Müslümanlar değişik ülkelere göçmüşler ve sonunda da topyekun
Yesrib’e hicret etmişler ve orasını Medinetü’n-Nebî daha sonra kısaca Medine
(Müslümanlar nezdinde tam adıyla el-Medîne el-Münevvere) kılmışlar ve yeni bir
tarih yazımına başlamışlardı. Halife Ömer, bu olayın yeni bir doğuş (milad)
olduğunu görmüş ve Müslümanların tarihini hicret ile başlatmıştı.
Artık hicretten önce, hicretten sonra şeklinde tarih düşülmeye
başlanmıştı. Bu durum asırlar boyu devam etmişti. Müslümanlar ikbal
dönemlerinde bu takvimi iftiharla kullanmışlar ve herhangi bir sıkıntı
duymamışlardı. Tanzimat’la birlikte takvimler çeşitlenmeye başlamıştır:
Halihazırda çeşitli takvimler kullanmaktayız:
1. Hicrî kamerî takvim. Bugün için 20 Safer 1434
2. Hicrî Şemsî Takvim: Buna Rûmî takvim de denir: 20 Kanun-ı evvel 1428
3. Miladî takvim: 02 Ocak 2013
1. Hicrî kamerî
takvim: Hz. Ömer tarafından Hicret'in 17. yılında alınan kararla
Hicret'in olduğu sene başlangıç yılı ve o yılın muharrem ayı da (16 Temmuz 622)
Hicri Kameri Takvim'in yılbaşısı kabul edilmek suretiyle oluşturulmuştur. Ayın
hareketleri esas alınan bir takvimdir. Ay, dünya
etrafında 12 defa döndüğü zaman bir kameri sene olur ve 354.367 gündür (354 gün
8 saat 48 dakika 34.68 saniyedir).
2. Hicrî Şemsî (Rumi)
Takvim; Miladi 1840 - Hicri 1256 yılına kadar Hz. Muhammed'in Mekke'den
Medine'ye hicretini başlangıç kabul eden ve ayın dünya çevresinde dolanımını
esas alan 354.367 günlük Kameri Takvim sistemi üzerine, Miladi 1840 - Hicri
1256 yılından itibaren de dünyanın güneş etrafında dolanımını esas alan
365.2422 günlük Şemsi Takvim sistemi üzerine kurulmuş karma bir takvim
sistemidir.
3. Milâdî takvim: Güneş takvimi: 13. Papa Gregorius’un
emriyle 1582 yılında Jülyen Takvimi'nde reform yapılmış ve düzenleme
sonucu bazı değişiklikler yapılmış ve Hz. İsa’nın doğumunu takvim için (Milad)
başlangıç olarak kabul edilmiştir. Sonuçta bu takvim Hıristiyanlık dünyasında ve
zamanla dünyanın büyük bir çoğunluğunda kabul görmüştür.
Dünya, güneş etrafında bir
defa döndüğü zaman bir miladi sene olur ve Gregoryen
Takvimi'ne göre bir yılın ortalama süresi 365.2425 gündür.
Gregoryen
takvimindeki; mart, mayıs ve ağustos ay adları Roma, şubat, nisan, haziran,
temmuz ve eylül ay adları Süryani, ekim, kasım, aralık ve ocak ay adları ise
Türkçe kökenlidir.
Osmanlı
döneminde 8 Şubat 1332 tarih ve 125 sayılı kanunla Jülyen Takvim esaslı Rumi
Takvim yürürlükten kaldırılarak, Gregoryen Takvimi'ne geçilmiştir.
125 sayılı
Kanunun uygulaması söyle olmuştur:
a) 15 Şubat
1332 tarihini 1 Mart 1333 (miladi 1917 yılı) günü takip etmiş, böylece tarihten
13 gün silinerek gün sayısındaki hata düzeltilmiştir (sıfırlanmıştır).
b) 1333 Rumi
yılı teknik sebeple 1 Mart'tan başlamakla beraber 10 ay devam ederek, 31
Kanunievvel (Aralık) 1333 (miladi 1917) günü sona ermiş ve 1 Kanunusani (Ocak)
1334 =1 Kanunusani (Ocak) 1918 olarak başlatılmıştır. 1840 yılından beri Jülyen
usulüne göre yürüyen mali ve resmi muamelattaki tarihi kayıtlar, 1918
tarihinden itibaren Gregoryen usulüne göre devam ettirilmiş ve yılbaşı 1 Ocak
tarihine alınmıştır. 1334 Rumi (1918 Miladi) yılından itibaren, Rumi ve Miladi
takvimlerdeki ay ve gün farkı kalmamış aynı olmuştur. Artık sadece sene farkı
vardır (584 yıl).
Cumhuriyette Miladi takvime 26 Aralık 1925′de
geçildi. 1 Martta başlayan Mali takvim uygulaması ise 1983′e
kadar devam etti.
Halk arasında baba hesabı olarak bilinen takvim miladî
takvimden on üç gün sonra gelir. Bu farklılık, yapılan resmî tadilatın halk
nezdinde fazla yer etmediğini gösterir. Ayların adı da farklıdır.
Ocak = Zahmeri
( aslı Zemheri ),
Şubat = Gücük
(güdük yani ),
Mart = Mart,
Nisan = Abrıl,
Mayıs = Mayıs,
Haziran =
İlk Temmuz,
Temmuz =
Orta Temmuz,
Ağustos =
Son Temmuz,
Eylül = İlk
Güz,
Ekim = Orta
Güz,
Kasım = Son
Güz,
Aralık = Garaaş
(aslı Karakış)
Aylar, mevsimleri ve hava durumunu da bildirecek şekilde
isimlendirilir ya da nitelendirilirdi.
Garaaş (Karakış)
“Gücük gücükler inekler bicikler”.
“Mart martlar tavuklar yumurtlar”. “Mart kapıdan baktırır,
kazma kürek yaktırır”
“Kork abrılın beşinden, camızı ayırır
eşinden!”
Haziran, bozaran.
Yeni karşılıklar olarak da öneriler olmuş:
Temmuz: BiçimAğustos: Derim
Eylül: Verim
Ekim: Ekim
Daha önce ay ve gün hesabıyla Gregoryen takvimine
geçildiğine göre 1926 yılındaki devrim, sadece yıl ile sınırlı olmuştur.
Batı’nın her alanda güçlü hale gelmesi sonucunda, diğer
milletler kendilerini Batı’yı dikkate alarak hizaya sokmuşlar, bunun sonucunda
biz de takvim de dahil olmak üzere tatil günlerini, alfabeyi, ölçü ve tartı
birimlerini… vb. olduğu gibi onlardan almıştık. Artık biz de böylece Batılı
olmuştuk. (Bu arada mesela İngilizlerin hâlâ kendi ölçü birimlerini kullanmaya
devam ettiklerini de hatırlayalım. Uzunluk
birimleri olarak inç, yarda, mil, kara mili, deniz mili vs.; hacim olarak
galon, ons, pint vs. ve kütle olarak libre, pound vb. gibi )
Ama unutulan bir şeyler vardı galiba. O da milletin bu
değişimlere ayak sürümesi ve göbek bağı ile bağlı olduklarına inandıkları
değerlerine sahip çıkmaları idi.
Onlarca sene geçti, bu devrimlerden kimi tuttu kimi ise tutmadı.
Suyu, dağdan aşırmak olası değil, onun işi kendisine
enginlerde bir yatak bulmak ve oradan akıp gitmek. O anlamda suyu sonsuza dek
kimse tutamaz. Erinde geçinde o yatağını bulur, tabii seyri içinde akar gider.
Bu bağlamda bizim şu ya da bu takvimle esasta bir sorunumuz
olmaz. İbadetlerimizi hicrî-kamerî takvimle yapıyoruz, o yüzden de ayın
hareketlerini esas alan bu takvimle bağımız hiç kesilmeden elbette devam
edecektir. Güneşin hareketlerini dikkate alan yıl hesabına gelince, bunda
başlangıç ha milad olmuş, ha başka bir olay olmuş doğrusu çok da önemli değil.
Yalnız bir senkronize sorunu olabilmektedir.
Söz gelimi biz İmam-Hatip ve İslamî İlimlerde, bugün için İlahiyat
fakültelerinde İslam’ı ve tarihini hicrî takvim üzerinden tahsil ve tedris
ediyoruz. Osmanlı’ya gelince Miladî takvim devreye giriyor. Öğrenci bu arada
bir kopukluk hissediyor ve kolay kolay aradaki yüzlerce senelik kopukluğu
zihninde vehle-i ûlâda gideremiyor. Endülüs Emevî tarihini (yıkılış tarihi:
1492) hicrî tarihle okumuşsa ve Osmanlı tarihini (İstanbul’un fethi 1453) de
Miladî tarihle okumuşsa bunların eş zamanlı bir arada varlıklarını sürmüş
olabilecekleri, birinin kuruluş ve yükseliş dönemleriyle ile diğerinin
düşüşünün aynı zamana denk geleceği imkanını öğrenci kendiliğinden zihninde
canlandıramıyor. Tarihe iki ayrı zaman tünelinden gidiliyor ve bunlar
birbirinden ayrı imiş gibi oluyor. İkiye bölünmüşlük yaşanıyor.
Bunun dışında yılbaşının Milâd esas alınarak belirlenmesinin
Garibce nazarında dinî bir sakıncası yoktur. Bu tamamen baskın kültürün dünya
ölçeğinde bir hegomanyasından başka bir şey değildir. Bugün Latin harflerini
kullanıyoruz ve alıştık ve benimsedik de. Arap harflerine göre birçok konuda
üstünlüğü de vardır denilebilir de. Söz gelimi Arap harflerinde sesli harfler
yoktur, bu harekelerle karşılanır. O yüzden özellikle bir kalıba dahil olmayan yabancı
isimlerin Arap harfleriyle yazılmış olması halinde doğru okunabilmesi çok çok
zordur ve hatta bazen imkansızdır. Oysa Latin harfleri böyle bir iltibasa imkan
vermez. İdeolojik davranmayıp da işin hakikatini kavrayanlar Latin alfabesini -eksik
bir kaç harf eklenmesiyle- bizim ihtiyacımızı karşılamaya yeterli görebilirler.
Bu devrimlerden bazıları da var ki sadece Kanunlarda yer
almış ama gerçek hayatta karşılık bulamamıştır.
Şimdilerde, yılbaşı kutlamalarını dinsel görüp bir tepki ile
dinsel içerikli alternatif kutlamalara heves eden gruplar vardır. Garibce
nazarından bu tepkisel tavır da uygun değildir.
Baskın kültüre karşı çıkmak, aynı günü bir başka şekilde
kutlama ile olmamalı. Hele bir de esasen onda olmayan bir özellik yükleyerek, o
günü kutlamanın küfürle özdeş olacağı gibi olumsuz yüklemeler ile bu hiç
olmamalıdır.
Bugün yılbaşı kutlamalarının belli bir din ile doğrudan bir
ilgisi yoktur. Ama bir olgu olarak bu kutlamalar, “Tarihin Sonu” gibi lanse edilen
baskın Batı kültürünün yerel dünya kültürleri üzerinden bir silindir gibi
geçmesi ile eş anlamlıdır.
Bütün dünya milletleri bu silindirin üzerinden geçmelerinin
ardından aynaya bakıyorlar da artık kimin kim olduğu ayrılamaz oluyor. Böylece
tüm dünya halkları bir birine ala kargaların birbirine benzedikleri gibi benzer
hale geliyorlar.
“Farklılıklarımız zenginliklerimizdir” şeklindeki sözlerin
bir slogandan öteye meğer hiçbir gerçekliğinin olmadığını bu şekilde bir daha
iyi anlıyoruz.
Bizi biz yapan değerler, bizim görünür
yüzümüz değil, o yüzün arkasındaki özümüz olmalıdır.
O özü beslemek ve geliştirmek ise bu küresel silindirin
altından pestil gibi çıkmak değil, daha başka şeyler olmalı.
Bu, Batının ölçerlerinin henüz daha ölçemediği bambaşka
değerler ile olmalı.
Bunların başında da özgürlük teraneleri ile boynumuza
geçirilen Batı’ya ubudiyet boyunduruğunun atılması, boğazımıza geçirilen
tutsaklık halkasından kurtulma olmalıdır.
Bu ise ancak ve ancak Allah’a kulluk ile, zoraki kulluktan
gönüllü kulluğa yükselmekle olabilecek bir şeydir.
Çünkü Allah’a kul olan kişi ancak gerçek anlamda özgürlük
düzlüğüne çıkabilir.
Onlar, kulluğumuzu özgürlüğümüze en büyük engel görürler ve
bu onların açısından doğrudur. Çünkü onların bu gibi değerleri ölçebilecek
değer ölçerleri yoktur. Bu değerler onların ne kilolarıyla, ne litreleriyle ne
de metreleriyle ölçülebilir. Hangisine vursan hepsinde de sıfır çıkar.
O yüzden siz yüzünüzü özünüze çevirin, özünüzü de sadece
O’na!
Yıl bitmiş, yenisi başlamış. Garibce’nin neyine!
Hele yılın başında tatil yapmak, benim neyime.
Yıl boyu çalıştık ve bu gün yılın son günü: Bu gün işi
bırakalım ve yıl boyu yaptığımız işlerin bir muhasebesini yapalım ve önümüzdeki
yıla neleri yetiştirdik, neleri aktardık, neler yapmamız gerekecek… şeklinde
bir anlayışla yılın son günü tatil yapılsa az çok anlarım. Ama henüz
başladığımız bir yılın ilk gününün tatil yapılması benim Garibce aklıma bir
türlü yatmıyor. Avantaya alışmış bir millet. Daha işi yapmadan, hatta işi
görmeden avans istiyor. Beleşçi millet, hak etmeden ne verilirse alıyor, bunun
bir götürüsünün olabileceğini hiç mi hiç hesaba katmıyor.
“Haram helal ver Allah’ım Senin kulların yer Allah’ım”
hesabı tatil olsun da ne olursa olsun, nasıl olursa olsun. İsterse daha hiçbir
gününde çalışmadığımız senenin başında olsun… Biz onu güzelce bir geçiririz,
izahı için de sen bizden yeter ki kılıf iste, nasıl olsa ona da bir izah kılıfı
buluruz.
Bu işleri biz iyi biliriz.
Allah’ım, bütün günlerimizi, bütün haftalarımızı ve
aylarımızı, bütün yıllarımızı mübarek eyle. Ömrümüze bereket ver! İşlerimizi
asan eyle. Hesabını veremeyeceğimiz tek bir günü geçirmemize fırsat verme! Sen
bu yılda da bize sahip ol! Bizi kendi halimize koma!
02.01.2013
GARİBCE
Salih Tuğ: Garipçe kardeşim ! Bir tv yayınından anladığımıza göre bir yılda 126 gün tatil yapıyormuşuz , hafta sonları da dahil . . .yani kabaca tam üç ay ! Hiç göze çarpmıyor değil mi ? ! Sen şimdi kalkıp bir gün daha buna katmak istiyorsun. . . Garipsen garipliğini bil ! Garip garip her şeye burnunu sokma , e mi ?
YanıtlaSilMehmet Erdoğan: Başım gözüm üstüne hocam.