17 Ocak 2013 Perşembe

Garibce tasavvufa dair niye yazmıyor?




Garibce’nin müdavimlerinden sevgili İsmail Taşpınar Hocam “Garibce niye tasavvufa dair yazmıyor?” diyor.
Öyle ya “Abdurrahman Usta” imzasını bile atmış Garibce her alanda yazıyor da neden Tasavvufa dair yazmasın.
Elbet onun da sırası gelir, bir gün onu da yazarız.
Ama bu alanla ilgili de Garibce’nin ha deyince hatırladığı bir çok hatırası vardır.
Her şeyden önce Garibce’nin vaktiyle girmeye çalıştığı bir tarikatı bile vardı. Ama hazırlık sınıfını geçemedi ve bağ gevşedi zamanla da koptu.
Garibce, köylülüğün gereği olsa gerek çok küçük yaşta sigara tiryakisi olmuştu. Babası onu buna sebep çok dövmüştü, birinde kocaman bir taşla kaburgasını ve dirsek kemiğini birlikte kırıyordu. Zaman olmuş içmediğini sanarak ağabeylerine nispet ve örnek olsun diye elini öpmüştü. Aklı ermeye başladığı andan itibaren bu meretten kurtulmak için çok çalışmıştı ama hepsinde de başarısız olmuştu. Ne zamanki intisap denemesi oldu, kendine yeni arkadaşlar edindi. Bu ortam sayesinde bu illetten kurtuldu. Garibce, kendisi penceresinden o tarikatın en büyük kerameti olarak bunu aklına yazdı.
Fakat henüz yolun başındaki yol arkadaşları kerameti bu gibi hususlarda değil, ille de şeyhi uçurmada arıyorlardı. Çalışmayan arabaya eliyle şöyle bir işaret edecek motor çalışacak, röntgen gibi kalbinizi okuyacak, her şeyi bilecek bir şeyh efendi tasviri terviç ediliyordu. “İlim, bir kıylu kâl imiş ancak” edebiyatı yapılıyordu ve bu uçuk anlayış karşısında Garibce daha yolun başında, onlarla yola devam edemeyeceğini anladı ve yolda kaldı. Görmezden geldiği eski dostların da aynı şekilde kendini görmezden geldiklerini hissetti. Demek ki biz bu yolda yatkın değildik, ya da nasipsizdik. Kader dedik kendi yolumuzda yol almaya devam ettik.
Vaktiyle Fakültemizde bir panel yapılmıştı. Konuşmacılar arasında ben de vardım. Ankara’dan bir hadis hocamız vardı. Bir tasavvuf hocası da bulunuyordu. Ben kendi kendime konuşma öncesinde zihnimde ölçmüş biçmiş ve Ankara’dan gelen hocamızla ters düşebileceğimi dolayısıyla ona göre hazırlıklı olmam gerektiğini tasarlamıştım. İlginçtir biz o oturumda hiç umulmadık biçimde Tasavvuf hocamızla karşı karşıya geldik.
Hoca öyle bir İslam anlatıyordu ki sanki kırk yıldır bizim içinde olduğumuz İslam değil bambaşka bir şeydi. Anlattıkları itirazımızı mucip olmuştu. Bana cevap olarak “Siz bu işleri anlamazsınız” edasıyla o günlerde Afrika’dan gelen bir dans ekibinin Cumhurbaşkanı Demirel önünde sundukları gösteriyi örnek verdi. Dansta öyle el kol hareketi figürler vardı ki bizim kültürde onlar büyük küfür anlamına geliyordu. Ama onlar belli ki farklı anlamlarda kullanıyorlardı. Bunu anlattıktan sonra “Havuzlarımız ayrı” dedi ve kendince racon kesti. Ben de “Elbette havuzlarımız ayrı ve ne kadar çok farklı havuzumuz olursa o kadar bunun bir zenginlik olacağını söyledim ve ekledim: “Ama bu havuzları besleyen şebeke acaba nasıl. Farklı olan bu havuzlar acaba aynı şebekeden mi besleniyor yoksa şebekelerimiz de mi ayrı. Benim asıl endişem bu!” demiştim.
Evet, asıl endişem bu! Bize öyle bir tasavvuf anlatılıyor ki kelamı bizim kelamımız, fıkhı bizim fıkhımız, ahlakı bizim ahlakımız değil. Sanki bambaşka alternatif bir dinmiş gibi anlatılan bir tasavvufla bizim ne işimiz olabilir ki?
Kîlu kâl diye küçümsenilen ilim yolda olmaktır. Tasavvuf ise ancak yolda alınabilecek bir merhaledir ve haldir.
Yolda olmayanın hali olmaz.
Kışr/ kabuk diye küçümsenilen yol olmasa merhaleler nasıl aşılır, hale nasıl ulaşılır.
Lübb (öz) dediğiniz şey ancak kışr diye sizin küçümsediğiniz kabuğun içinde oluşabilmektedir. O kabuk dala tutunur, dal köke, kök zemine… Ancak bu bütünlük içinde semere elde edilir, öze ulaşılır. Dolayısıyla, kelamı, fıkhı ve ahlakı tamamen farklı olan bir tasavvuf bize uymaz.
Suyu tutan testidir. Testi yok ise su da yoktur.
O itibarla gerçek tasavvuf, kerameti uçmakta kaçmakta değil, şeriata uymakta görür. şeriat alimlerini tazim eder, onları istihfaf etmez, onlara tepeden bakmaz, şeriat kitaplarını el kitabı kılar, zikir halkalarını ancak ders halkalarının ardından yapar.
Hacı Bektaş Veli “dört kapı kırk makam” şeklinde tasavvufun şemasını ortaya koyarken aynı anda girilebilen farklı dört kapıdan değil, birinciden girilince ikincisine varılan, ikincisinden üçüncüsüne ve üçüncüsünden dördüncüsüne ulaşılan dört kapıdan bahseder. Kırk makam da keza on basamaktan oluşan birinci kat tamamlanınca biri biri üzerine eklenerek yükselen ve kapı eşiklerine ulaştıran kırk basamak anlamında makamlar olmaktadır. Bunların ilk kapısı ve on makamı tamamen şeriata ait kapı ve makamlardır. Şeriatsız tarikat olmaz.
Şeriat yoldur, yolda olmaktır. Tarikat ise bu yoldaki hallerdir.
Yolsuz insanların, yolu şaşırmışların tarikatı mı olurmuş?!
Bizim dinimizin en genel karakteristik özelliği “ümmî” oluşudur. Bu, bir insan, anadan doğduğu hal üzere kalsa, hesap, kitap, felsefe… gibi sonradan öğrenilebilen hiçbir özelliğe ve melekeye sahip olmasa Allah’ın din olarak buyurduğu Hz. Peygamber’in de uygulayıp duyurduğu her ne varsa onları anlayabilir, kavrayabilir ve kendisi dahi uygulayabilir demektir.
Böyle bir ümmîlik, aynı zamanda doğal bir hayat demektir. Herkesin yaşayabileceği asgarî düzey demektir. Kervanın önüne reis olarak en zayıfı koşmak ve böylece menzili maksuda istisnasız herkesi ulaştırabilmenin imkanını sunmak demektir. Ümmî de olsa insan günlük sorumlulukları güneşi izleyerek, aylık ve yıllık olanları ayı izleyerek takip edebilir, fazla zorlanmadan yükümlülüklerin altından kalkabilir. Bu itibarla esas itibariyle dinin kendisi, bugün pek çok tahsilli insanın bile anlamada zorluk çekeceği nazariyeler, teolojiler, riyazet, seyr-i süluk öğretileri… gibi hususlardan aridir. Bunlar bir kültür olarak zaman içinde çıplak doğan çocuğun giydirilmesi türünden –bedenine yeni bir şekil verilmesi ya da yeni bir beden ihdası kabilinden değil- şeyler ise, bizim de kabulümüzdür. Bunun dine bir zararı olmaz, aksine onu zenginleştirir. Sanatın, estetiğin, musikinin katılması bu anlamda bizim için bir zenginlik sayılır. Ancak dini bunlardan ibaret görmek gibi sakim bir anlayış esas olursa o zaman Hak şahit olsun ki Garibce böyle bir anlayıştan beridir.
O yolda olmaya ve yolda kalmaya azmi cezmi kasdetmiştir. Yolun da sahibi halin de sahibi Allah’tır. Yolunu nasib eden Allah halini de nasib eder elbet.
İrfanımız olmadan bu iş olmaz. İlimsiz de irfan olmaz. Herkes ne dediğine, ne yaptığına bir kez daha bakmalıdır.
Bu yazı uğruna kimseden kırk yıllık tarikatından vazgeçmesi elbette beklenemez. Ama herkes tuttuğu yolun kendisini nereye götüreceğini ve kimlerin eteğine tutunduğunu da bilmelidir.
Cümle yolda olanlara selam olsun!

17.01.2013
GARİBCE

1 yorum:

  1. Kıymetli Hocam; Garibce'nin bu konudaki bakışını bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Selam ve saygılarımla. İsmail Taşpınar

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...