Garibce’nin müdavimlerinden sevgili İsmail
Taşpınar Hocam “Garibce niye tasavvufa dair yazmıyor?” diyor.
Öyle ya “Abdurrahman Usta” imzasını bile atmış
Garibce her alanda yazıyor da neden Tasavvufa dair yazmasın.
Elbet onun da sırası gelir, bir gün onu da yazarız.
Ama bu alanla ilgili de Garibce’nin ha deyince
hatırladığı bir çok hatırası vardır.
Her şeyden önce Garibce’nin vaktiyle girmeye
çalıştığı bir tarikatı bile vardı. Ama hazırlık sınıfını geçemedi ve bağ gevşedi
zamanla da koptu.
Garibce, köylülüğün gereği olsa gerek çok küçük
yaşta sigara tiryakisi olmuştu. Babası onu buna sebep çok dövmüştü, birinde
kocaman bir taşla kaburgasını ve dirsek kemiğini birlikte kırıyordu. Zaman
olmuş içmediğini sanarak ağabeylerine nispet ve örnek olsun diye elini öpmüştü.
Aklı ermeye başladığı andan itibaren bu meretten kurtulmak için çok çalışmıştı
ama hepsinde de başarısız olmuştu. Ne zamanki intisap denemesi oldu, kendine
yeni arkadaşlar edindi. Bu ortam sayesinde bu illetten kurtuldu. Garibce,
kendisi penceresinden o tarikatın en büyük kerameti olarak bunu aklına yazdı.
Fakat henüz yolun başındaki yol arkadaşları
kerameti bu gibi hususlarda değil, ille de şeyhi uçurmada arıyorlardı. Çalışmayan
arabaya eliyle şöyle bir işaret edecek motor çalışacak, röntgen gibi kalbinizi
okuyacak, her şeyi bilecek bir şeyh efendi tasviri terviç ediliyordu. “İlim, bir
kıylu kâl imiş ancak” edebiyatı yapılıyordu ve bu uçuk anlayış karşısında
Garibce daha yolun başında, onlarla yola devam edemeyeceğini anladı ve yolda
kaldı. Görmezden geldiği eski dostların da aynı şekilde kendini görmezden geldiklerini
hissetti. Demek ki biz bu yolda yatkın değildik, ya da nasipsizdik. Kader dedik
kendi yolumuzda yol almaya devam ettik.
Vaktiyle Fakültemizde bir panel yapılmıştı.
Konuşmacılar arasında ben de vardım. Ankara’dan bir hadis hocamız vardı. Bir
tasavvuf hocası da bulunuyordu. Ben kendi kendime konuşma öncesinde zihnimde
ölçmüş biçmiş ve Ankara’dan gelen hocamızla ters düşebileceğimi dolayısıyla ona
göre hazırlıklı olmam gerektiğini tasarlamıştım. İlginçtir biz o oturumda hiç
umulmadık biçimde Tasavvuf hocamızla karşı karşıya geldik.
Hoca öyle bir İslam anlatıyordu ki sanki kırk
yıldır bizim içinde olduğumuz İslam değil bambaşka bir şeydi. Anlattıkları
itirazımızı mucip olmuştu. Bana cevap olarak “Siz bu işleri anlamazsınız”
edasıyla o günlerde Afrika’dan gelen bir dans ekibinin Cumhurbaşkanı Demirel
önünde sundukları gösteriyi örnek verdi. Dansta öyle el kol hareketi figürler
vardı ki bizim kültürde onlar büyük küfür anlamına geliyordu. Ama onlar belli
ki farklı anlamlarda kullanıyorlardı. Bunu anlattıktan sonra “Havuzlarımız
ayrı” dedi ve kendince racon kesti. Ben de “Elbette havuzlarımız ayrı ve ne
kadar çok farklı havuzumuz olursa o kadar bunun bir zenginlik olacağını söyledim
ve ekledim: “Ama bu havuzları besleyen şebeke acaba nasıl. Farklı olan bu
havuzlar acaba aynı şebekeden mi besleniyor yoksa şebekelerimiz de mi ayrı.
Benim asıl endişem bu!” demiştim.
Evet, asıl endişem bu! Bize öyle bir tasavvuf
anlatılıyor ki kelamı bizim kelamımız, fıkhı bizim fıkhımız, ahlakı bizim
ahlakımız değil. Sanki bambaşka alternatif bir dinmiş gibi anlatılan bir
tasavvufla bizim ne işimiz olabilir ki?
Kîlu kâl diye küçümsenilen ilim yolda olmaktır.
Tasavvuf ise ancak yolda alınabilecek bir merhaledir ve haldir.
Yolda olmayanın hali olmaz.
Kışr/ kabuk diye küçümsenilen yol olmasa
merhaleler nasıl aşılır, hale nasıl ulaşılır.
Lübb (öz) dediğiniz şey ancak kışr diye sizin
küçümsediğiniz kabuğun içinde oluşabilmektedir. O kabuk dala tutunur, dal köke,
kök zemine… Ancak bu bütünlük içinde semere elde edilir, öze ulaşılır. Dolayısıyla,
kelamı, fıkhı ve ahlakı tamamen farklı olan bir tasavvuf bize uymaz.
Suyu tutan testidir. Testi yok ise su da yoktur.
O itibarla gerçek tasavvuf, kerameti uçmakta
kaçmakta değil, şeriata uymakta görür. şeriat alimlerini tazim eder, onları
istihfaf etmez, onlara tepeden bakmaz, şeriat kitaplarını el kitabı kılar,
zikir halkalarını ancak ders halkalarının ardından yapar.
Hacı Bektaş Veli “dört kapı kırk makam” şeklinde
tasavvufun şemasını ortaya koyarken aynı anda girilebilen farklı dört kapıdan
değil, birinciden girilince ikincisine varılan, ikincisinden üçüncüsüne ve
üçüncüsünden dördüncüsüne ulaşılan dört kapıdan bahseder. Kırk makam da keza on
basamaktan oluşan birinci kat tamamlanınca biri biri üzerine eklenerek yükselen
ve kapı eşiklerine ulaştıran kırk basamak anlamında makamlar olmaktadır. Bunların
ilk kapısı ve on makamı tamamen şeriata ait kapı ve makamlardır. Şeriatsız
tarikat olmaz.
Şeriat yoldur, yolda olmaktır. Tarikat ise bu
yoldaki hallerdir.
Yolsuz insanların, yolu şaşırmışların tarikatı
mı olurmuş?!
Bizim dinimizin en genel karakteristik özelliği
“ümmî” oluşudur. Bu, bir insan, anadan doğduğu hal üzere kalsa, hesap, kitap,
felsefe… gibi sonradan öğrenilebilen hiçbir özelliğe ve melekeye sahip olmasa
Allah’ın din olarak buyurduğu Hz. Peygamber’in de uygulayıp duyurduğu her ne
varsa onları anlayabilir, kavrayabilir ve kendisi dahi uygulayabilir demektir.
Böyle bir ümmîlik, aynı zamanda doğal bir hayat
demektir. Herkesin yaşayabileceği asgarî düzey demektir. Kervanın önüne reis
olarak en zayıfı koşmak ve böylece menzili maksuda istisnasız herkesi ulaştırabilmenin
imkanını sunmak demektir. Ümmî de olsa insan günlük sorumlulukları güneşi
izleyerek, aylık ve yıllık olanları ayı izleyerek takip edebilir, fazla
zorlanmadan yükümlülüklerin altından kalkabilir. Bu itibarla esas itibariyle
dinin kendisi, bugün pek çok tahsilli insanın bile anlamada zorluk çekeceği
nazariyeler, teolojiler, riyazet, seyr-i süluk öğretileri… gibi hususlardan
aridir. Bunlar bir kültür olarak zaman içinde çıplak doğan çocuğun giydirilmesi
türünden –bedenine yeni bir şekil verilmesi ya da yeni bir beden ihdası kabilinden
değil- şeyler ise, bizim de kabulümüzdür. Bunun dine bir zararı olmaz, aksine
onu zenginleştirir. Sanatın, estetiğin, musikinin katılması bu anlamda bizim
için bir zenginlik sayılır. Ancak dini bunlardan ibaret görmek gibi sakim bir
anlayış esas olursa o zaman Hak şahit olsun ki Garibce böyle bir anlayıştan
beridir.
O yolda olmaya ve yolda kalmaya azmi cezmi
kasdetmiştir. Yolun da sahibi halin de sahibi Allah’tır. Yolunu nasib eden
Allah halini de nasib eder elbet.
İrfanımız olmadan bu iş olmaz. İlimsiz de irfan
olmaz. Herkes ne dediğine, ne yaptığına bir kez daha bakmalıdır.
Bu yazı uğruna kimseden kırk yıllık tarikatından
vazgeçmesi elbette beklenemez. Ama herkes tuttuğu yolun kendisini nereye
götüreceğini ve kimlerin eteğine tutunduğunu da bilmelidir.
Cümle yolda olanlara selam olsun!
17.01.2013
GARİBCE
Kıymetli Hocam; Garibce'nin bu konudaki bakışını bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Selam ve saygılarımla. İsmail Taşpınar
YanıtlaSil