Garibce'nin Samsun seferi münasebetiyle
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu:
“-Allah’a ve ahiret gününe inanan komşusuna ikramda bulunsun. Allah’a ve
ahiret gününe inanan misafirine ikramda bulunsun ve onu ödüllendirsin.”
“-Onun ödülü nedir Ya Rasûlallah!” dediler.
“-Bir gün ve bir gecedir. Misafirlik üç gündür Üç günden sonra misafir
etmeye devam eden tasaddukta bulunmuş olur. Allah’a ve ahiret gününe inanan ya
hayır konuşsun ya da sussun!”[1]
Konuk kabul etme ve ağırlamanın öteden beri insanlık namına bir erdem
olduğu kabul edilir.
Hz. İbrahim konukseverliği ile bilinir.
Hz. Peygamber ilk vahye muhatap olduğunda kendisine acaba bir şeyler mi
oldu diye endişeye kapılmış ve doğruca Hz. Hatice’ye koşmuştu. Üzerini örttürüp
bir süre dinlenmiş ve kendine geldiğinde durumu ona açmış ve endişesini dile
getirmişti. Hz. Hatice onu yüreklendirirken saydığı meziyetleri asında “Onun
misafirleri ağırlaması özelliği” de vardı ve bunca erdemleri olan birisine
böyle hallerin olmasının ancak Rab’dan bir lütuf olacağını ifadeyle sevgili
eşini teskin etmişti.
Arabistan’da yaşam malum çöl hayatıdır. Yolda kalmış olanların
badiyelerde yaşayanlarca konuk edilip ağırlanmaması halinde insanların helak
olup gitmeleri kaçınılmaz bir sonuçtur. O yüzden konuk kabulü ve ağırlanması
Arap örfünde son derece önemli bir erdemli davranış ve hatta bir görevdir.
Bu örften hareketle Hz. Peygamber de konuk kabulünü ve ağırlanmasını hem
bir erdem hem de bir görev diye İslam’ın bir değeri olarak sürdürmüştür. Yolcuların,
gönderilen görevlilerin ağırlanmasını yer yer antlaşmalar içinde bir madde
halinde bile zikretmiştir. Bu hakkı gönüllü olarak yerine getirmeyenlerden
icabında zorla da olsa misafirlik için ihtiyaç miktarı kadar yiyecek ve
içeceğin alınmasını tecviz etmiştir.
Vakıf ve zekat harcamalarında yolcuların ağırlanması bir fon olarak kabul
edilmiştir.
Aradan geçen asırlar boyunca misafirlik hem bir ihtiyaç hem de bir
erdemli davranış olarak İslam toplumlarında sürmüş, zamanla yol üzerlerine yapılan
kervansaraylarla kurumsal şekiller aldığı da görülmüştür.
Ve nihayet hanlar ve otellerle günümüze kadar gelmiştir.
Günümüzde en lüks ağırlamayı artık oteller yapmaktadırlar. Ama onlar da
yıldızları sayısınca yedirip içirdiklerinin kat kat bedelini almada pek bir
mahir olmuşlardır.
Geleneksel yaşam tarzında motorlu araçların henüz devreye girmediği
dönemlerde yolculuk kafileler halinde, kervanlarla yapılır, her konakta bir
mola verilebilecek kervansaraylar, hanlar vb. bulunurdu.
Çoğu kez insanlar yakın yerlere yaya veya binekleriyle giderler, akşam
olduğunda yol üzerinde bulunan bir köye misafir olurlardı. Hemen herkes misafir
kabul ederdi, çünkü misafir Tanrı misafiriydi. Ama özellikle köy odaları ya da
eşraftan olan, varlıklı insanların haneleri bu hizmet için kapılarını ardına
kadar açık tutarlardı.
Gece geç vaktinde gelenler, kimin ışığı yanıyorsa onun kapısını çalmada
bir tedirginlik yaşamazlardı.
Yolcu –pardon Tanrı misafiri- hem kendi ağırlanır, hem de hayvanının
bakımı yapılırdı. Böylece gelip gide gide ve birbirlerinde kala kala insanlar
arasında bir tearuf (tanışma), dostluk ve kaynaşma oluşurdu.
İlginçtir yol üzerinde transit geçilebilen köylerde misafir kabul etme
kültürü fazla gelişmez, buna mukabil özellikle sapa ve yolların bittiği
yerlerdeki son köyler misafir kabul etmede çok daha iyi durumda olurlardı. Aynı
yörenin insanları arasındaki bu farklı tavır elbette ki şartlarla ilgili idi.
Yol üzerindeki köyler, gelip gidenlere sadece uğrayıcı, gelip geçici gözüyle
bakarken, yol üzerinde olmayan köyler ister istemez kendilerini köylerine
gelenlerle ilgilenmek zorunda hissederlerdi. Çünkü sonuçta gelenler kendilerine
gelmişlerdi.
Ne zaman ki hızlı ulaşım vasıtaları ortaya çıktı, insanların yol boyu
tanışıklıkları ve dostlukları da sona erdi. Artık bütün köyler transit gelip
geçilen yol üzeri köyler gibi olmuş, şehirlerde de bu iş bundan böyle para ile
satın alınan hizmetlere dönüşmüştü.
Göçün yoğun yaşandığı ve gecekondulaşmanın çok belirgin olduğu, şehre
gelenlerin hâlâ köye ait değerleriyle birlikte yaşamaya devam ettiği yıllarda sözgelimi
babam Kayseri’ye her gelişinde köyümüzden ya da yakın köylerimizden gelip de
yerleşmiş olan gece kondu semtlerindeki tanıdıkların evlerine misafir olurdu ve
o insanlar da bundan büyük bir memnuniyet duyduklarını sözleriyle olduğu kadar
tavırlarıyla da gösterirlerdi.
Sonra giderek insanlar şehirleştiler, merkeze doğru yakınlaştılar.
Dışarıdan gelenlerin kalacağı yer ihtiyacı yeni bir sektörü doğurdu ve
geliştirdi. Oteller, konukevleri, pansiyonlar… çoğaldı, turizm çok canlı ve her
gün giderek büyüyen bir sektör oldu.
Misafirlik artık şehirlerde bir taraftan anlamsızlaştı, bir taraftan da
yük olmaya başladı.
Bir gün ve bir gece ekstradan ikramı gereken ve üç gün boyunca aile
efradının yiyip içtiğinden yedirilmesi ve içirilmesi gereken misafire bakmak,
bir erdem olmaktan çıktı ve rahatsız edilen ve rahatsız olunan bir davranış
haline geldi.
Aileler artık çekirdek aileydi. Evler küçülmüştü. Ayrıca kış günü
ısıtılma ayrı bir dertti ve çok pahalıydı. Küçücük maaşlarla evin tümünü bile
ısıtamıyorlardı ve birçok insan nafakasını günlük kazanıyor ve günlük
tüketiyordu. Dolu bir ambarı yoktu ve vaktiyle tarım toplumunda yaşamış olduğu
güvencelerden yoksundu. Günü birlik ekmeğini fırından almaktaydı. Aile üretim
ve tüketim birliği olmaktan çoktan çıkmış, hatta tüketim birliği olmaktan da
çıkmak üzereydi. Bazı evlerde eşlerin her ikisi de çalışmakta ve geçimlerini
ancak bu şekilde denkleştirebilmekteydiler. Çocuk ise kim evdeyse ona emanetti.
Çocuk ola ki okuldan gelir de evde anne ya da babayı bulamazsa geçireceği
travma korkusu eşlerin her ikisine de son derece tedirgin edecek bir durumdu. Kendi
başlarına bile zor idare ediyorlardı. Yatılı bir misafiri nasıl kabul
edebilsinlerdi.
Gerekçeler bu ve buna benzer şeyler. İhtiyaç var, fakat bu ihtiyacı
sektör haline getirip rant kapısı yapma anlayışı artık tümden baskın. Hal böyle
olunca söz gelimi hemen herkesimden insanın yolu düşen Ankara’ya gidecek ve
orada bir gece kalacaksanız, bir yakınınıza ya da dostunuza misafir olmak bir
çözüm olarak sadece çaresizlerin çaresi olmakta, normal bir davranış şekli
olarak gözükmemektedir. Hal böyle olunca da insanların birçoğu bu gibi günü
birlik işlerini sabah oraya varacak şekilde yolculuklarını gece yapmakta,
işleri biter bitmez de yola koyulmakta, evlerine döndükleri zaman son derece
yorgun ve uykusuz olarak dönmüş olmakta, böyle bir yolculuğa bir daha seve seve
çıkmayı asla göze alamamaktadır.
Paran varsa her hizmeti alabilirsin. Buna mukabil Ankara’da misafirlik
sebebiyle tanış olacağın, zamanla dostluk kuracağın hiç kimsen de olmayacaktır.
Bunlar züğürt tesellisi. Artık bu işler böyle gidiyor. Paran yoksa zaten
sen de yoksun. Paran varsa itibarın da vardır, kredin de vardır. Ve
açamayacağın kapı da yoktur.
Garibce bu gidişatı yanlış buluyor. Aslında şehirlerde yaşayan pek çok
insanın bu geleneksel değerleri hâlâ yaşattığını da biliyor. Anadolu’dan kalkıp
İstanbul’a gelen insanların kahir ekseriyeti bir yakının ya da dostunun evinde
misafir oluyor. Zaten bölünmüş aileler her bir tarafa savrulduğu için,
neredeyse gidilen her şehirde uzaktan yakından bir akraba ya da tanıdığa
rastlanıyor. Şartların zorluğuna rağmen bu insanlar birbirlerini severek
ağırlıyorlar. Belki eskinin huzuru yok. Ama bu ruh bir şekilde devam ediyor. O
yüzden de İstanbul gibi kalabalık şehirlerimiz hâlâ atomize olmuş bireylerden
oluşmuyor, hâlâ birbirlerine bağlı, zayıflamış da olsa gelenekleri olan,
Anadolu ile ilişkisini asla koparmamış olan bir kalabalık meskun alan görünümü
arz ediyor. Bu, kentleşememe gibi eksi bir puan olarak görülüyor ve fakat bunun
karşılığında insanların henüz yeterince ölçemediği bazı kazanımlar bulunuyor.
Bu insanlar genelde büyük şehirlerin bir girdap gibi içine çektiği yalnızlık ve
ruhsal bunalım derdine kolayca tutulmuyorlar. Hâlâ birbirleriyle
paylaşabiliyorlar, irtibatlı olabiliyorlar. Kim bilir belki de bu durum
katlandıkları yoksulluğa karşılık bir lütuf olarak kendilerine bahşedilen bir şey.
Çünkü bu insanlar biraz zenginleştikleri zaman ilk iş olarak hemen bulundukları
mahalleleri terk edip daha lüks yerlere intikal ediyorlar. Aslında bunu
yaparken yalnızlığın kucağına atıldıklarını da çoğu kez fark edemiyorlar.
Garibce Aralık 12’nin son günlerinde jüri üyeliği münasebetiyle
Samsun’daydı. Eşim ile birlikte bizi davet eden değerli hoca arkadaşlarımız
bize kalmamız -özellikle de rahat edebilmemiz için- iyice bir otelden yer
ayırtmışlardı. Buna mukabil bizi havaalanından özel arabasıyla alan emekli İHL
Müdürlerimizden bir hocamız, çok kıymettar bir öğrencimizin babası ısrarla bizi
kendilerinin misafir edeceklerini söyledi. Doğrusu ben de henüz bir
yakınlığımız olmasa da bu vesile ile olacağını ve bu ilişkinin ailecek bir
dostluğa dönüşebileceğini umduğum için arkadaşlara rica ettik ve
rezervasyonları iptal ettirdik ve biz o hocamızın evinde üç gündüz iki gece
misafir olduk. Gezdik, tozduk ama onların evine döndük ve orada ağırlandık.
İkram boldu. Hz. Peygamber caize bir gün bir gece diyordu, bize her gün caize
vardı. Bu ne kadar sürerdi onu bilemeyiz ama misafirlik zaten üç gündür, en
yakını da olsa kişinin fazla kalmak uygun değildir. Hatta bir deyiş vardır:
“Misafir ile balık birbirine benzer; her ikisi de üç günde kokar!” diye. Biz bu
kaldığımız süre içinde sadece izzet ve ikram gördük. Yakından tanıştık,
birbirimizle kaynaştık, gece saat üçlere kadar sohbet ettik.
Biz zannediyoruz ki misafirin ev sahibine ihtiyacı var. Bu vesile ile bir
daha gördük ki ev sahibinin de misafire ihtiyacı var. “Hocam, iki gündür bizim
için bayram oldu!” sözünü hocadan iki kere duymuş oldum. Bilfarz yarısı
mücamele için bile olsa, belli ki ev sahibi olarak bu insanların da misafir
ağırlamaya ihtiyacı var. Her iki eş de emekli, onlar için de bir değişiklik oluyor,
değişik bir sohbet ortamı oluşuyor, yeni bakış açıları öğreniliyor, farklı
kültürlerin birbirinden alışverişi sağlanıyor… İyi bir Garibce okuru olduğu
anlaşılan hoca, bizi yazılanları hatırlamaya zorluyor ve bütün bunlar bizim
gözümüzü aydın ediyor.
İmkanları, evleri ve hele hele de gönülleri müsait olan böylesi
insanlarımız varken biz otele gitseydik ve orada kalsaydık belki daha serbest
olabilirdik ama bu kendi kendimizle baş başa kalma ve içine kapanma, yalnız
kalma şeklinde kendini gösteren bu çağın en büyük hastalıklarından birinin bizi
de hem de ta orada kucağına kucağına biraz daha çekmesi anlamına gelirdi.
Oysa biz hem rahat ettik, hem tanıştık, hem kaynaştık, hem ufkumuz arttı.
Bunca kazanım insanlar tarafından nasıl elin tersi ile itiliveriyor ve
adı da özgürlük oluyor. Garibce işte bunu anlamada zorlanıyor.
Bence insanlar bunun karşılıklı bir ihtiyaç olduğunu aslında biliyorlar.
Fakat birçok iktisadî vb. olumsuzlukların yanında belki de en büyük sebep
olarak birbirlerine karşı güven duygusunu kaybetmiş oluyorlar. Kimsenin kimseye
güven duyamadığı bir toplumda yaşamak gerçekten çok zor olmalı.
Evinize kimseyi alamazsınız, arabanıza kimseyi alamazsınız, çocuklarınıza
arkadaş, kendinize bir eş bulamazsınız…
Bu güven bunalımı belli ki çok büyük bir bedel istiyor.
Şu soğuk kış gününde evsiz olup da sokakta kalmaya mahkum binlerce
insanımız var. Buralar milyonlarca evsizin yaşadığı Hindistan gibi sıcak bir
iklim değil ki, bunlar her an donma tehlikesi altındalar. Ama gel gör ki kimse
onları sıcacık evlerine, boş duran bir odalarına alamıyor.
Sizce acımasızlıktan, bencillikten, ilgisizlikten mi? Elbette bunların da
birçokları için payı vardır ve belki çok yüksektir. Fakat milyonlarca
insanımıza nispetle bence asıl sebep güven bunalımı gibi geliyor.
İnşallah gün gelir bu faturanın bedeli olarak kendimizi ve kendi öz
çocuklarımızı da kurban olarak vermeyiz. Hoş, kurbanlar kimin çocukları ki!
Bizi misafir eden başta Prof. Dr. Nihat Dalgın olmak üzere Samsun
İlahiyat Fakültesi hocalarımıza ve özellikle evinde ağırlayan emekli hocamıza
ve ev halkına teşekkür ediyoruz.
Dua ile!
09.01.2013
GARİBCE
[1] 6019 صحيح البخاري
ـ حسب ترقيم فتح الباري - (8 / 13) مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ
فَلْيُكْرِمْ جَارَهُ ، وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيُكْرِمْ
ضَيْفَهُ جَائِزَتَهُ قَالَ وَمَا جَائِزَتُهُ يَا رَسُولَ اللهِ قَالَ يَوْمٌ وَلَيْلَةٌ
وَالضِّيَافَةُ ثَلاَثَةُ أَيَّامٍ فَمَا كَانَ وَرَاءَ ذَلِكَ فَهْوَ صَدَقَةٌ عَلَيْهِ
، وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا ، أَوْ
لِيَصْمُتْ.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder