Şeriatımız ümmî idi[1]. Çünkü biz öyle idik.
Evrensellik iddiası taşıyan bir dinin, hitapta en alt düzeyi esas alması bir zorunluluktur. Bunun bir sonucu olarak yükümlülüklerin vasat bir insanı, yani özel donanımları olmayan, okuryazarlık, hesap kitap bilirlik, felsefeden anlarlık, tasavvufun ince kavramlarından çakarlık gibi sonradan kazanılması gereken niteliklerden azade sadece doğal olarak sahip olduğu yetilerle anlayabileceği ve gereğini yerine getirebileceği bir durumda olan bir insanı esas alması gerekecektir.
Bu aynen kervanın hızını ayarlarken en hızlı olan atın, orta halli olan devenin değil de en yavaşları olan merkebin hızını esas alma, o yüzden de öne merkebi koşma gibi bir şeydir. Merkep, attan ve deveden faziletli olduğu için değil, sırf en zayıfları olduğu için öne koşulmuştur. Çünkü onu esas alırsanız kervanın tümünü sağ salim istediğiniz yere götürebilirsiniz. Ama atı esas alacak olsanız kervanın yarıdan çoğu dökülür ve menzili maksuda ulaşan son derece az olur.
Öyleyse bizim dinimiz seçkinlerin, özel nitelikli insanların dini değildir. Böyle olduğu içindir ki dini yükümlülüklerin vakit ile ilgili olanlarında günlük ise şayet güneşin, yıllık olanlarında ise ayın hareketleri esas alınmıştır. Çünkü sıradan herkes, güneşin hareketine bakarak gündüzün hangi vaktinde olduğunu, ayın hareketini izleyerek de ayın ve yılın hangi mevsiminde olduğunu bilebilir.
İşte böyle bir din, ilk muhatapları olan hesap kitap bilmez bu insanlara orucun başlangıcı için “Güneş ve ay bir hesap üzeredir” buyrulmasına rağmen astronomik hesaplar yapsınlar ve ona göre orucu tutsunlar, namazı kılsınlar deseydi, bu bir teklifi mâ lâ yutâk yani takat üstü bir yükümlülük olurdu.
Başlangıç olarak ümmîlik düzeyinin esas alınması, bu dinin ve mensuplarının kıyamete dek ümmî kalmaları gereği gibi bir sonucu da lazım kılmaz. Tarihî bir tecrübe ile de sabittir ki bu dinin mensupları birkaç asır içinde yeni bir dünya medeniyeti oluşturmuşlar ve bu medeniyetin mihverini de Kitâb teşkil etmiştir. Çünkü onlar artık hesabı da kitabı da öğrenmiş, uzayı gözetlemesini öğrenmiş, rasathaneler kurmuş, ince hesaplara vakıf olmuş bir ümmete evirilmişlerdir. Hal böyle iken hâlâ ayın kaç çektiğini bir defasında iki elin tüm parmaklarını üç defa gösterme, ikincisinde ise iki defa gösterip üçüncüsünde baş parmağı yumarak gösterme tavrına –velev ki bu bir peygamberî bir tavır da olsa- ihtiyaç kalmamıştır. Bununla birlikte hâlâ o tavrı sünnet olduğu, din olduğu inancı ile sürdürmek isteyenler de yok değildir.
Bu kısa izahtan sonra şunu diyebiliriz: Ramazan ayına erişince oruç tutulması farz kılınmıştır. Ramazan ayına erişildiğinin ayırdımına ise, ümmîler hilali rü’yet ile varacaklardır. Çünkü onların başka bir seçenek ve imkânları yoktur. Nitekim Hz. Peygamber de öyle buyurmuştur: “Hilali görün tutun, hilali görün bayram edin!”[2]: Ümmîlikten çıkmış olan ümmet ise hesap ve kitap ile de Ramazan ayına erişildiğinin ayırdımına varabilecektir. Bir medeniyet olma iddiası, en kolay ve yaygın biçimde bu yolla insanların bilgilendirilmesini mümkün kılacak ve insanlar bu yeni araçla maksadı hasıl etmiş olacaklardır.
Bir devlet geleneği oluşturmuş toplumlarda, “yarın oruç mu değil mi, ya da bayram ve dolayısıyla tatil mi değil mi?” sorularının önceden bilinebilen net bir cevabının ve dolayısıyla yıllık planlamanın olmaması, “hele dur bakalım, gözlem yapalım da ona göre sonucu o zaman öyle ilan edelim, vaziyeti ona göre idare edelim” denilmesi ciddî bir varoluşsal sorun olarak görülebilir.
Hilâli görmek bizatihi bir amaç değildir, yarının Ramazan’a ait olup olmadığını öğrenmenin bir aracıdır. Kapalı havalarda bir kişinin bile “Hilali gördüm!” şeklindeki şehadeti kabul edilirken, yıllar boyu doğruluğu tecrübe ile sabit olan hesap ilkesinin sıhhatinden şüphe etmek, her halde akıl ile izahı mümkün olabilecek bir şey değildir. Bu olsa olsa aracı amaç değer gibi gören sakim bir anlayışın eseri olabilir.
Aklınız hep başınızda ve çalışır vaziyette olsun!
Dua ile!
19.07.2012
GARİBCE
Benim bu yazıyı kaleme aldığım tarihte Saygılı-Sevgili İstanbul Müftümüz ekibiyle hilâli gözlemişler: Sitelerindeki haber şöyle:
YanıtlaSilİl Müftümüz Dün Akşam Hilal Gözetlemesindeydi
19.07.2012
İl Müftümüz Doç. Dr. Rahmi Yaran, İl Müftü Yardımcısı İrfan Üstündağ, Kartal Müftüsü Ümit Çimen, Pendik Müftüsü Ziya Ersin ve Kartal Vaizi Ali Arıcan ile birlikte mübarek Ramazan ayının başlangıcı sayılan Ay'ın hilal halini görebilmek için önceki akşam kentin en yüksek noktası Kartal'ın Aydos tepesine (537 m) çıktı ve yaklaşık 45 dakika gökyüzünü inceledi.
İl Müftümüz burada yaptığı konuşmada İslam âlemi için Ay'ın gözlemlenmesinin önemli olduğuna dikkat çekerek, "Peygamberimiz döneminde bugünkü gibi astronomik aletler yoktu. Ay'ın, Güneş'in hareketleri önceden tespit edilemiyordu. O gün yapılacak iş çıplak gözle görmekti. Bugünkü hesaplamalarla çok hassas bir şekilde bilebiliyoruz. Fakat bizler buradaki gözlemlerimizle bir noktada Peygamber Efendimiz (sas) hadisinin gereğini de yerine getirmiş oluyoruz." dedi.
(Not: O gün hilâli görememişler. Ama oruç tutuldu. Ben bundan bir şey anlayamadım)
Osman Güman Çok güzel bir değerlendirme yapmışsınız hocam, ağzınıza sağlık. Belli ki birileri Hz. Peygamber'in "biz ümmî bir ümmetiz, hesap kitap bilmeyiz" beyanını da bir durum tespiti olarak almak yerine, evrensel olarak anlama eğiliminde. Bu insanların diş fırçası ve misvak meselesindeki yaklaşımları da aynı minvalde. Ne diyelim Allah akıl fikir versin.
YanıtlaSilherdogan38@.
YanıtlaSilRamazan Ayı genelde bazı konuların yeniden gündeme getirilmek istendiği aydır...Ne zaman ümmet ayağının üstüne kalkacak, bu konuda ne zaman 'el gördülükten' uzakalaşacağız..? İlim adamları casur olursa, ümmetin çehresi değişir,evrensel değerler rahatca gün yüzüne çıkar..Ha gayret üstad..