12 Temmuz 2012 Perşembe

Şeriat ve Fıkıh


Garibce, zaman zaman Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN imzasıyla vaktiyle yazılmış ve fakat yayınlanmamış bazı yazılarını sizlerle paylaşmak istiyor.


           Şeriat ve fıkıh




Özellikle hukuk alanında daha belirgin bir problem gibi duran değişim konusu, dine ve şeriata bakış açısıyla yakından ilgilidir. Dini, Allah için ve âhirete yönelik görüp onu dünyadan koparma, şeriatı bir kaynak, fıkhı da gökte olanın yere indirilmesi, ilahî olanın beşerileştirilmesi ve tabiîleştirilmesi süreci olarak görmek yerine ideolojik kapalı bir sistem gibi görmenin ve buna böylesine iman etmenin bir sonucudur.

Oysaki Hukuk (fıkıh), dinin zarurî, hâcî ve tahsînî diye üç ayrı kategoride belirlenen amaçlarına ulaşabilmenin süreç anlamında bir aracıdır ve hiçbir zaman bizatihî amaç değildir. Zaten şeriat da, tamamlanmış, bitmiş bir mahiyet olmaktan çok “el-emr”in zaman ve zemin içinde kıyamete dek açılımını sağlayacak, insanların doğal ihtiyaçlarını maruf ölçüde karşılayacak bir kaynağın adıdır. Fıkıh, bu kaynaktan hayata cevap verecek her an canlı, hayatla bire bir örtüşen sistemlerin oluşturulması için gösterilen her türlü beşerî cehd ve gayretin adıdır; bir bezl-i mechuddur. Fıkıh hiçbir zaman, geçmişte herhangi bir dönemde uygulanmış olan şerî hukukun (pozitif hukukun) bizatihî kendisi değildir, belki sözü edilen sürecin belli bir zaman ve zemindeki kesiti, belli bir döneme ait fotoğrafıdır.

Hukukun nihaî amacı adalettir. Adaletle hükmetmemiz “kıst”a riayet etmemize bağlı, kıst ise ancak değişmez değerler dizisiyle kaimdir. Kurallar, kural olduğu için değil, adaleti tesis edeceği için uygulanır. Artık adaleti tesis etmeyen, huzur ve sükunu kalıcı biçimde sağlamayan, maşerî vicdanda makes bulmayan kurallar, kutsal kitaplarda yazılı da olsa, peygamberî sünnet olarak nakledilmiş ve uygulamada vaktiyle başarıyla denenmiş de olsa, ilahî iradenin ortaya çıkarılması, “el-emr”in açılımının sağlanması süreci anlamındaki şeriatın bir parçası olmaktan çıkmış, hatırasını yâd edeceğimiz bir değer olmuştur. Klasik usuldeki nâsih-mensûh anlayışı, bu anlayışın somut bir örneğini teşkil edebilir.

Ahkâmda asıl olanın taabbudîlik değil de ta’lîl olduğunu kabul edenlerin, kıyas işleminde illeti belirlemede maslahata önemli bir yer verenlerin, fıkhın tali kaynakları arasına maslahatı da koyanların, sahici olmak kaydıyla maslahatın bulunduğu yerde Allah’ın şeriatının da tecellî etmiş olduğunu söylemekte sakınca görmeyenlerin bu söylediklerimizi kabulde en ufak tereddütleri olacağını zannetmiyoruz.

İnsanların doğal ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılamanın yol ve yöntemleri, Allah’ın insanlara tekvinî hidayetle bahşettiği akıl ve tecrübenin sonucu olarak edinilmiş kazanımlar olarak, teşrîî hidayetin de bir parçası sayılır. Yani insanlığın ortak aklının ve tecrübesinin kaynağı da bu anlamda gene ilahîdir. Şeriatın temel kurallarının, tabiî hukuk kuralları ile bire bir örtüşmesinin sebebini de burada aramak gerekir. İnsanlığın felaketi insan aklının kullanılmamasında değil, aksine aklın, akıl almaz vadilerde koşturulması, akılüstü gerçekliklerin de olabileceğinin inkâra kalkışılması ve insanın kendisini, bu yolla, hem de özgürlük adına dar bir alana hapsetmesidir.



Akleden bir kalp sahibi olma dileğiyle!



12.07.2012

GARİBCE



2 yorum:

  1. Kaleminize sağlık hocam. Saygılarımla...
    Doç.Dr.Nuri KAHVECİ

    YanıtlaSil
  2. ümmet için hayılı çalışmalara allah c.c muaffak kılsın mehmet incekara

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...