Garibce, zaman zaman Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN imzasıyla
vaktiyle yazılmış ve fakat yayınlanmamış bazı yazılarını sizlerle paylaşmak
istiyor.
Şeriat ve fıkıh
Özellikle hukuk alanında daha belirgin bir problem gibi duran değişim
konusu, dine ve şeriata bakış açısıyla yakından ilgilidir. Dini, Allah için ve âhirete
yönelik görüp onu dünyadan koparma, şeriatı bir kaynak, fıkhı da gökte olanın
yere indirilmesi, ilahî olanın beşerileştirilmesi ve tabiîleştirilmesi süreci
olarak görmek yerine ideolojik kapalı bir sistem gibi görmenin ve buna
böylesine iman etmenin bir sonucudur.
Oysaki Hukuk (fıkıh), dinin zarurî, hâcî ve tahsînî diye üç ayrı
kategoride belirlenen amaçlarına ulaşabilmenin süreç anlamında bir aracıdır ve
hiçbir zaman bizatihî amaç değildir. Zaten şeriat da, tamamlanmış, bitmiş bir
mahiyet olmaktan çok “el-emr”in zaman ve zemin içinde kıyamete dek açılımını
sağlayacak, insanların doğal ihtiyaçlarını maruf ölçüde karşılayacak bir
kaynağın adıdır. Fıkıh, bu kaynaktan hayata cevap verecek her an canlı, hayatla
bire bir örtüşen sistemlerin oluşturulması için gösterilen her türlü beşerî
cehd ve gayretin adıdır; bir bezl-i mechuddur. Fıkıh hiçbir zaman, geçmişte
herhangi bir dönemde uygulanmış olan şerî hukukun (pozitif hukukun) bizatihî
kendisi değildir, belki sözü edilen sürecin belli bir zaman ve zemindeki
kesiti, belli bir döneme ait fotoğrafıdır.
Hukukun nihaî amacı adalettir. Adaletle hükmetmemiz “kıst”a riayet
etmemize bağlı, kıst ise ancak değişmez değerler dizisiyle kaimdir. Kurallar,
kural olduğu için değil, adaleti tesis edeceği için uygulanır. Artık adaleti
tesis etmeyen, huzur ve sükunu kalıcı biçimde sağlamayan, maşerî vicdanda makes
bulmayan kurallar, kutsal kitaplarda yazılı da olsa, peygamberî sünnet olarak
nakledilmiş ve uygulamada vaktiyle başarıyla denenmiş de olsa, ilahî iradenin
ortaya çıkarılması, “el-emr”in açılımının sağlanması süreci anlamındaki
şeriatın bir parçası olmaktan çıkmış, hatırasını yâd edeceğimiz bir değer
olmuştur. Klasik usuldeki nâsih-mensûh anlayışı, bu anlayışın somut bir
örneğini teşkil edebilir.
Ahkâmda asıl olanın taabbudîlik değil de ta’lîl olduğunu kabul
edenlerin, kıyas işleminde illeti belirlemede maslahata önemli bir yer
verenlerin, fıkhın tali kaynakları arasına maslahatı da koyanların, sahici
olmak kaydıyla maslahatın bulunduğu yerde Allah’ın şeriatının da tecellî etmiş
olduğunu söylemekte sakınca görmeyenlerin bu söylediklerimizi kabulde en ufak
tereddütleri olacağını zannetmiyoruz.
İnsanların doğal ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılamanın yol ve
yöntemleri, Allah’ın insanlara tekvinî hidayetle bahşettiği akıl ve tecrübenin
sonucu olarak edinilmiş kazanımlar olarak, teşrîî hidayetin de bir parçası
sayılır. Yani insanlığın ortak aklının ve tecrübesinin kaynağı da bu anlamda
gene ilahîdir. Şeriatın temel kurallarının, tabiî hukuk kuralları ile bire bir
örtüşmesinin sebebini de burada aramak gerekir. İnsanlığın felaketi insan
aklının kullanılmamasında değil, aksine aklın, akıl almaz vadilerde
koşturulması, akılüstü gerçekliklerin de olabileceğinin inkâra kalkışılması ve
insanın kendisini, bu yolla, hem de özgürlük adına dar bir alana hapsetmesidir.
Akleden bir kalp sahibi olma dileğiyle!
12.07.2012
GARİBCE
Kaleminize sağlık hocam. Saygılarımla...
YanıtlaSilDoç.Dr.Nuri KAHVECİ
ümmet için hayılı çalışmalara allah c.c muaffak kılsın mehmet incekara
YanıtlaSil