Garibce biraz da nostalji olsun için bir insanın hayatında
meydana gelen değişiklikler hakkındaki duygularını ifade için Ahmet Hâşim’ın
bir yazısını iktibası uygun görüyor:
Anlamlı bir tebessümle!
04.07.2012
GARİBCE
Develi ÇATALOLUK
ADALAR
“İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini
şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza
girişi oldu. “Saat”tan kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat
zamandır.
Eskiden kendimize göre yaşayışımız,
düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve an’aneden hayat
alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve
“gün”lerimiz vardı.
Müslüman gününün başlangıcını şafağın
parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar
altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları
tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle ilgili bir hesaba uyarak, minenin
rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir doğrulukla
haberdar ederlerdi.
Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada
açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati
alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecenin karanlığı ile simsiyah olan
ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lacivert ateşleriyle yol yol
boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına
kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Işıkta başlayıp, ışıkta biten
on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı, Müslümanın
mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak’alarını bu
saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu “saat” iptidaî ve
hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hatıraların kutsi saatiydi.
Alafranga saatin âdetlerimiz ve
işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve
muvakkithânelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış
tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın öldüğü,
annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve
orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda
serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı.
Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup
onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu
tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni
“ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski
“gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az,
meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi. Bu
müslümanın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve
katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin
acı ve sonu gelmez günüydü.
Unutulan eski saatler içinde eksikliği
en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki”, solgun
yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği,
sokakların lacivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu
ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat
değildir. Akşam telakkisinden koparak,
kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir
zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, müslüman akşamının hüzünlü
ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün
getirdiği biçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde
fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıztırap
çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları,
yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir
ışıktır.
Halbuki fecir saati, müslüman için
rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır.
Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel
tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler,
taşa en ilahî manayı veren o akılları hayrete bırakan mimariyi anlamış
değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir
çini ile kaplanır ve İslam ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte
tamamlanır. Bütün mabedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu
minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber
akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir
uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara
dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan
yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi
ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki
dargın ve mağrur horozlara bıraktık.
Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir
âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve
gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz
şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.” (Ahmet Hâşim, “Müslüman Saati”, Üç
Eser, MEB Y., İstanbul 1989, s. 102-105)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder