Hiç eşek şakası yaptınız mı?
Yapmadıysanız hiç de denemeyin. Hele size yapılmasını hiç arzu etmeyin.
İşte size klasiklerden bir
öykü:
Ayı ile tilki arkadaş
olmuşlar. Neden olmasınlar? Aralarında ne ezelî bir rekabet var ne de
düşmanlık. Öylesine bir arkadaşlıktır tutturmuşlar, güzel güzel oynuyorlar,
eğleniyorlarmış.
Bir gün tilkinin muzipliği
tutmuş ve ayı ile eğlenmek istemiş. Bir ağacın arkasına saklanmış ve yaklaşan
ayıya ansızın “Öh!” deyince ayı fena korkmuş ve altına etmiş. Ayıların böyle
bir huyları varmış, korktuklarında altlarına fena ederlermiş.
Ayının tilkiye canı çok
sıkılmış ve onu yakalayıp, güzelce bir hırpalamak istemiş. Eline geçirdiği
tilkinin burnunu yere sürtüyor ve öfkesini çıkarmaya çalışıyormuş. Tilki:
“-Niye bu kadar
büyütüyorsun, altı üstü bir şaka yaptık. Gösterdiğin tepki reva mı?” diyormuş.
Ayı, tilkinin burnunu kaçırdığı dışkılarının üzerine sürüyor ve : “Bak bakalım,
bunlar ne? Bunlar hiç öylesine bir şakaya benziyor mu?” diyormuş.
Bu öykü Garibce'ye ot biçim mevsimi Gödelek Ahmet Emmi'nin bir çalı ardında abdest bozarken ardıç ağacının başında varlığını hissettirmesiyle şalvarına kaçırtması olayını hatırlattı. Ama bizim Ahmet Emmi iyi bir adamdı, öyle burnumuzu ettiği şeye sürtme gibi bir hevesi yoktu. Allah rahmet eylesin!
Vaktiyle ben de bir
eşek şakası yapmıştım. Çocuk iken eşekleri yayar akşamüzeri de onlara biner dörtnala
köye dönerdik. Tabi ben dörtnala binmesini beceremezdim. Çoğu çocuklar eşeğin
sağrısı üzerine (arka etli ve yumuşak kısım) binerler, dörtnala sürerlerdi. Ben
onlara imrenirdim fakat binemezdim. Hemen düşerdim. O yüzden ön kısmına biner
iki ayağımla da iyice kavrar ve likliki öyle giderdim. Tabi bu biniş şekli rahat
değildi ve çok da yorucuydu.
İşte öyle bir mevsimde bir akşamüzeri,
Uçuk’tan gelen yolun altındaki arkın kenarına oturmuş ve oradaki kındıradan
kendime papak örmekteydim. Kındıra, sulak yerlerde biten top top olan ve 40-50
cm uzunluğunda ince uzun yuvarlak içi delik saplı bir bitki. Eşeğe iyi
binemezdim ama iyi papak örerdim. Çoğu çocuk benim yaptığımı beceremezdi.
Ben orada papak örmekteyken
Abdullah’ın Ahmet, eşeğe binmiş dörtnala geliyordu ve ben onun gelişini
görmüştüm. O ve eşeği beni görmüyordu. Tırıs yaklaşıyorlardı. Tam yanıma
yaklaştıklarında oturmakta olduğum yerden aniden kalkıverirsem eşek nasıl bir
ürktü ama ani bir frenle gerisin geri kaçmaya başladı, üzerindeki Ahmet ise
arkın kenarındaki taşların üstüne gelecek şekilde düştü ve başı yassı ve sivri
bir taşa gelmiş, kafatası kemiği kırılmış, denildiğine göre beyni görülecek
derecede yaralanmıştı.
O zamanlar insanların canı
şimdiki kadar tatlı değildi. Doktor, cankurtaran, helikopter ambulans… şu bu
hiçbiri yoktu. Kanamalar konursu yakılarak ve külü yaraya basılarak durdurulurdu.
İnsanlar bu gibi kazalardan sonra
ölmeyeceklerse kalkarlardı. Öleceklerse zaten demek ki öleceklerdi. Ahmet çok
şükür ölmedi. Ama ben çok korktum. Ahmed’in burnunun kanamasını bile
istemezdim. Sadece bir muhabbet olacak diye düşünmüştüm. Hem ne bileyim ben “Attan
düşen döşeğe, eşekten düşen taşa düşermiş”
Bile bile yapmadığımı, sesi
duyunca merak ederek ne olduğunu öğrenmek için başımı kaldırıp baktığımı falan
söyledim… Yalanım ne kadar inandırıcıydı bilmiyorum. Üstelik de benim eve
gitmek için yolum onların evlerinin önünden geçiyordu.
Abisi Musa benim akranım ve
arkadaşımdı. Bizim dükkândan kaçırdığımız Barut’u çok rüzgârlı bir günde
yakmaya çalışmıştık. Bir türlü yakamıyorduk. Musa benim gibi değildi, çok
becerikli bir çocuktu. Okulun alt tarafında bir çukur buldu ve barutu oraya
koydu. Üzerine eğilerek rüzgârdan dulda yaptı ve kibriti çaldı. Ancak böyle
yakabileceğimizi düşündü. Ve yaktı da. Tabii barutun ateş almasıyla birlikte
Musa’nın yüzünü tamamıyla alev sardı. Yüzünde kaş, kirpik her ne varsa yanmış
çok kötü olmuştu. Gözleri yumuk nasıl bir dereye koşuşu vardı! Gene ki Allah
korumuştu.
Abisi Cuma büyüktü ve onunla
da bir Abdal Kuşu tutma maceramız vardı.
Neyse ki korka korka ben
evlerinin önünden geçtim. Bana bir şey demediler. Korkum zaten ceza olarak
yetmişti. Ahmet de Allah’a emanetti.
Zaten yetim büyümüşlerdi. Allah’ın himayesindeydiler. Sonunda o da iyi oldu. Ama ben gerçekten çok
korkmuştum. Şimdi bile bu satırları yazarken benzer hisler duydum.
Bir anlık “Öh!” demenin
nelere mal olabileceğini, ayı gibi altımıza etmesek de biz de öğrenebilmiştik.
Siz siz olun kimseye öyle “Öh!
Möh!” demeyin.
Herkes Ahmet gibi olmaz.
Bakarsınız tilkinin başına gelen sizin de başınıza gelebilir.
Vesselâm!
29.08.2012
GARİBCE
hocam bence Ahmet'e şimdi kayda değer bir iyilik yapmalı ve gönülden sizi affetmesini sağlamalısınız.
YanıtlaSilAllah'a emanet olun.