22 Eylül 2012 Cumartesi

Bizim ilahiyatçılar neden anlaşamazlar?



İlahiyatçılar neden anlaşamazlar?
Önce bu tespit doğru mudur? Garibce diyor ki: El-Cevap: Doğudur.
Peki, sebep nedir o zaman? El-Cevap: Sebep değil belki sebepler demek lâzım.
-Peki, say!
-Bir, barut yok.
-Eğer öyle ise gerisine lüzum yok.
Bence barut mesabesinde olan eksiklik dil meselesidir.
Garibce nazarında sözü edilen anlaşmazlığın birinci sebebi ortak bir dilin henüz tutturulamamış olmasıdır. İnsanlar  konuşurlar veya yazarlarken bir çok kavramı, terimi kullanıyor ve fakat ondan ne kastettiğini her zaman belki kendisi de tam olarak bilmiyor, o yüzden de aynı terimi farklı zamanlarda ve yerlerde farklı bir biçimde kullanabiliyor, aynı kavrama farklı içerikler yükleyebiliyor.
Bundan daha yaygın olan durum ise herkesin o kavramdan ya da terimden ne anladığı oluyor. Söz gelimi ben “fıkıh” dediğim zaman bir süreci, entelektüel bir çabayı kastediyorum, ama okuyucu bunu belli bir zaman diliminde uygulanmış, yahut falanca kitapta ifadesini bulmuş  pozitif hukuk anlamında anlıyor. Haliyle benim kastım ile onun anlayışı arasında bir ayrışma, farklılaşma doğuyor.
İkincisi, bu dinin dili yeterince bilinmiyor.  Kimi anadili Arapça olması hasebiyle her şeyi anlayabileceğini sanıyor. Oysa, din belli bir süreç dahilinde kendi özel dilini de oluşturmuş oluyor. Salât kelimesi söz gelimi dua ve niyaz anlamından alınıp, ona Allah için  başka, melekler için başka, müminler için başka anlamlar kazandırılıyor, belli şekil şartlarını havi bir ibadetin özel adı kılınıyor. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çok olabilir.  Keza bu gibiler temel İslam bilimlerinin tarihini ve edebiyatını bilmedikleri için bir bakıyorsunuz ellerinde, dillerinde adamların isimlerini bile değişebiliyorlar, Ali b. el-Medînî Müdeynî oluyor, Yahya b. Maîn Muîn oluyor, Attâb b. Esîd Üseyd oluyor, Hemmâm b. Münebbih Hümâm oluyor… Oluyor da oluyor.
Gene bu tarihi bilmeme kronolojik bir takım sorunları ortaya çıkarabiliyor. Birçoğu zamanı şaşırıyor ve olmadık zamanda olmadık kişilere olmadık işler yaptırıyor.
Bizim gibi dili sonradan öğrenenler ise tam öğrenemiyorlar ve o kadar fahiş hatalar yapabiliyorlar ki sormayın gitsin. Eti yenilen hayvanların derileri, eti yenilmeyen hayvanların derileri anlamında olması gereken  “Cildü’l-me’kûl ve gayri’l-me’kûl” ifadesi “yenilebilen deriler, yenilemeyen deriler” diye çevrilebiliyor. Lâm-ı âkibeti lâm-ı ta’lil olarak alıp sebep sonuç ilişkisi türünden sözle asla bağdaşmayacak anlamları çıkarabiliyorlar. Meşhur  “Lidû li’l-mevti…” sözünü “ölmek için doğun” diye çevirmek gibi. Hiç insan ölmek için doğar mı? Yaşamak için doğar, ama akıbet çaresiz ölümdür.
“Uyuyup da kılmadıkları (namaz), kıldıklarından hayırlıdır” şeklinde olması gereken bir metni “Kılmayanlar, kılanlardan hayırlıdır” şeklinde anlayıp Hz. Ömer’e ait bu sözü  teravihi kılmanın ademi meşruiyetine delil olarak kullanan anlı şanlı adamlarımız çıkabiliyor.
İn-i vasliyyeyi şartiyye olarak alıp, tanımlarda bile abuk sabuk cümlelere yer verebiliyorlar.
Terim olarak kullanma anlamındaki “ıtlâk”ı salıvermek anlamında anlayıp, adamakıllı ipten kopanlar oluyor.
Bunların örnekleri saymakla bitmez.
İki: Ortak bir zemin oluşturulamıyor. Ben kendime göre bir şeyler okuyor ve tahsil ediyorum. Sen de kendine göre bir şeyler okuyup tahsil ediyorsun. Üçüncümüz ise daha farklı. Bunlar aynı şeyler olmadığı için, benim çok iyi bildiğim bir şeyi sen hiç duymamış olabiliyorsun. Senin bildiğin konuda da ben yaya. Üçüncümüz ise keza öyle. Sonra üçümüz bir araya geldiğimiz zaman ortak bir payda oluşturup da onun üzerinden hareketle belli bir hedefe doğru yol alabilme imkânımız oluşmuyor.
Söz gelimi kendi fakültemiz de bile aynı dersin farklı hocaları, öğrencilerini farklı konulardan sorumlu tutabiliyor ya da ağırlıkları çok farklı olabiliyor. Birisi feraiz konusunu, öğrencinin  kırk işlemi çözebilecek kadar iyi öğrenmesini istiyor ve ona göre uzunca bir zaman ayırıyor, öbürü miras konusunun tümüne bir haftalık (dört saat) bir zamanı yeterli görebiliyor.  Sonuçta müfredat aynı bile olsa hoca bildiğini okur, kavli kadîmi tecelli ediyor.
Tıp okuyanlar bölüm ayrımına gitmeden tahsil hayatının büyük bölümünü aynı dersleri okumakla geçiriyor. Dolayısıyla her tıp mezunu tıbbın her konusunu aynı şekilde okumuş, ama daha sonra belli bir alanda uzmanlaşmış olarak yetişiyor. Fakat bizde söz gelimi tasavvufta doktora yapmış olan bir kimse belki hiçbir fıkıh metni okumamış olabiliyor. Ben tasavvuf çalışacağım, fıkıhtan bana ne diyebiliyor. Öyle olunca da her biri sanki gözüne at gözlüğü takmış gibi bir tür akademik körlük içine düşebiliyor. Yeterince hem derinlik, hem de olabildiğince ufukta genişlik bir türlü oluşmuyor.
Şimdilik bu kadarı yeterli. Eğer bu tespitler doğruysa ilahiyatçılar kendi aralarında nasıl anlaşabilsinler? Bu adem-i imkana talik gibi bir şey olur.
Vesselam!
23.09.2012
GARİBCE

1 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...